26 Ocak 2015 Pazartesi

PEMBE SAKURAM: ÖYKÜ: TAŞ PLAK

PEMBE SAKURAM: ÖYKÜ: TAŞ PLAK: Kalbini genç öğrencisine kaptıran Kemal Manidar'ın hüzünlü öyküsünü paylaştım sizlerle... TAŞ PLAK Kendini bildi bileli ş...

ÖYKÜ: TAŞ PLAK

Kalbini genç öğrencisine kaptıran Kemal Manidar'ın hüzünlü öyküsünü paylaştım sizlerle...



TAŞ PLAK

Kendini bildi bileli şafak vaktini kaçırmaz, ne olursa olsun her sabah gün doğmadan biraz önce gözlerini açardı Kemal Manidar. Dünyaya da gözlerini bir şafak vakti açmıştı zaten. Ebesi onu, anneanne, babaanne, cicianne, hala, ve komşu Nesibe Hanım Teyze’den oluşan kadınlar tayfası eşliğinde, 1915 yılının bir Mart sabahı, alacakaranlık vaktinde çekip çıkarmıştı, tam tamına on üç saat boyunca mücadele edip de çıkmak istemediği annesinin karnından. Yatağında doğrulurken “Çıkarmaz olsalardı” diye söylendi iç sesiyle. İnce uzun ayaklarını milimi milimine denk gelecek şekilde yan yana yerleştirdiği terliklerine geçirirken de söylenmeye devam etti. ‘Bu yaşta aşık olunur muydu? Hem de torunu yaşında olabilecek bir genç kıza!’ Gülümsedi kendi kendine. Sütlü kahve rengi pijamasıyla takım, kahverengi ve lacivert dikey çizgili, jilet gibi ütülenmiş saten robdöşambrını giydi. Annesinden yadigar, kendinden yaprak desenli koyu kül rengi keten perdenin kanatlarını iki yandaki bakır kulplara tutturarak açmak üzere pencereye doğru yöneldi. Yöneldiği gibi gerisin geriye döndü. Daha gün doğmamıştı ki! Perdeleri biraz sonra açsa da olurdu. Evin emektarı Melahat Hanım’a da izin vermişti ortalığı kendi derleyip toplasın diye. Öğleden sonraya yapılacak ıvır zıvır ne kadar çok iş bırakırsa o kadar iyiydi. Yatağını kapamak, geceden yıkadığı tabakla bardağı yerine yerleştirmek, salonu havalandırmak, gazeteye göz atmak... Nasıl geçecekti yoksa o kadar zaman? Zaten son dört aydır her Cuma aynı şeyi yapmıyor muydu? Şafaktan akşamüstüne kadar geçmek bilmeyen saatleri doldurma çabası. Ama bugün farklı olacaktı. Doğum günüydü çünkü. Hazırlık yapacaktı. Vakit daha çabuk geçerdi belki o zaman. Öğrencisi Yasemin geçen hafta “Kemal Hocam madem haftaya doğum gününüz, sizle özel bir kutlama yapalım başbaşa.” dediğinde nefesi tıkanmış, yorgun kalbi hafiften teklemiş, duracak gibi olmuştu Kemal’in. Diyememişti ki “Bana en güzel hediye sensin.” Kafasını hafiften sola kırarak kısık gözleriyle ona sevgiyle bakmış, ince ince gülümseyebilmişti sadece bir yandan da bu şiddetli mutluluğun yaşlı ruhunda kopardığı fırtınayı gizlemeye çalışırken. Ne fırtınası? Bu düpedüz bir kasırgaydı. ‘Yasemin Kasırgası!’

Kemal Manidar’ın doğduğu yıl babası Kasım Paşa, Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmüştü.  Ailenin mevcuttaki tek erkeği olan yetim oğlana baba yokluğunu hissettirmemek için doğduğu andan itibaren çevresinde pervane olan  kadınlar tayfası bu dünyadan birer birer göç edene kadar onu çok sevmiş, birbirleriyle dahi paylaşamamışlardı. Ateşli hastalık geçirdiği o geceyi hiç unutamaz, halen gülümseyerek anardı Kemal. 
“Mehpare Hanım, anladım anneannesiniz, çok üzüldünüz fakat bu çocuğun babaannesi olarak geceyi onun yanında geçirmek bana düşer efendim. Ne de olsa babası yok bu çocuğun. Onu temsilen ben yatacağım odasında.”
“Ne münasebet? Toruna en iyi anneanne bakar. Hem sizin ilgilenmeniz gereken genç bir kızınız var, lütfen efendim!”
Hiçbir şeyin altında kalmayan ve Kemal’e aşk derecesinde tutkun halası Asuman o her zamanki kulakları tırmalayan ses tonuyla her ikisinin ortasına geçerek “Kemal, hepinizden çok beni sever. Haladan çok ablasıyım ben onun. Hem ikinizin de yaşı var. Uyuyakalırsınız alimallah! Çocuk ateşli. Ben kalacağım onunla!” diye haykırmıştı. 
Tüm bunları sessiz ama öfkeli bir halde izleyen biraz da yorgun annesi “Siz hepiniz şaşırmışsınız. Bu çocuk yetim olabilir ama bir annesi var. Unuttunuz galiba. Onun yeri benim yanımdır efendim!” diyerek konuya bir nokta koymuş ama evin içinde yaşayan dört kadın beş gün boyunca birbirleriyle gerekli olmadıkça konuşmamışlardı. 
Kemal’in yetmişli yaşlarında genç öğrencisi Yasemin’e  duyduğu imkansız aşk hariç ömrü boyunca sadece tek bir kadını sevip, onu da kaybettikten sonra kimseyle evlenmek istememesinin sebebi belki de bu yoğun ve bunaltıcı ilgiydi. 

Nesibe Hanım Teyze Kemal’in doğumundan beş sene sonra bir kız çocuğu dünyaya getirmişti. Kadınlar tayfasında yer yerinden oynamış, Nezihe bebeğin doğmasıyla beraber iki ufak çocuğun gelecekleri de tayin edilmişti. Kocasını yıllar önce kaybetmiş, fırsat bulduğu her konuda, şehit oğlunun yerini doldurmaya çalışan babaanne Atıfet “Nesibe, kocanla  konuş da bu Nezihe bebeği bizim Kemal’le beşik kertmesi yapalım.  Sen zaten bizim aileden gibisin. Kız da yabancıya gitmemiş olur böylece.” diyerek atmıştı bu sevginin ilk tohumlarını ama bilerek ama bilmeyerek. Nesibe Hanım Teyze de Atıfet Hanım’ın şakayla karışık bu teklifini ciddiye almış ve her zamanki sessiz edasıyla kafasını yavaşça eğerek onaylamıştı. Nezihe ile Kemal, bu ortamda beraber büyümüş, büyüdükçe de yakınlaşmışlardı. “Nezihe, sen büyüyünce kimle evleneceksin?” diye aslında cevabını herkesin bildiği soruya Nezihe “Kemal Abi’mle” diye cevap verir, sonra da utangaç bir bakışla göz ucuyla Kemal’i süzerdi. Kemal önceleri pek oralı olmaz gibi davransa da Nezihe zaman içinde büyüyüp serpildikçe o da Nezihe’nin bakışlarına karşılık vererek, ondan hoşlandığını belli etmeye, içinde şimdiye kadar hiç hissetmediği ve adlandıramadığı şefkatle karışık garip bir hoşnutluk hissi duymaya başlamıştı. Yaşları çok aralı olmasa da bu şefkat hissiyle Nezihe’yi korur kollar, kılına zarar gelsin istemezdi. İnce uzun boyu, kısık gözleri, içten gülümsemesiyle sadece Nezihe değil, çevredeki diğer kızların da gözlerini ayıramadığı bir genç adam haline gelmişti Kemal de. Nezihe’nin bu duruma içerlediğini fark ettiği günlerin birinde kendi yaşıtlarının olduğu bir ortama henüz on beş yaşındaki Nezihe’yi koluna takarak götürmüş, “Size nişanlımı tanıştırayım.” diyerek genç kızların kendisine olan ilgilerini sonlandırmaya çalışmış, aynı zamanda Nezihe’ye olan niyetini de belli etmişti. Nezihe kaküllerinin arasından gözüken iri, kömür kahvesi utangaç gözlerini Kemal’e dikip “Kemal Abi, sen neden öyle dedin ki şimdi? diye saf bir umutla sormuş, Kemal’in “Nezihe, ikimiz de birbirimizi seviyoruz. Varsın bilsinler artık. On sekizini doldurur doldurmaz da seninle evleneceğim” demesi üzerine ufacık kafasını minik bir kuş gibi onun kolunun altına yerleştirmiş, daha da sıkı sarılmıştı.  

Kemal’in aynı açıklamayı evde de yapması üzerine kendini bu işin mimarı olarak gören babaannesi Atıfet Hanım, evin içinde adeta hükümdarlığını ilan etmiş, o andan itibaren üç sene sonrasının plan programını yapmaya başlamıştı bile. 
On sekiz yaşına gelir gelmez evlenmeyi düşündüğü aşkını on sekiz yaşına bastığı yıl şimdi olsa tedavisi olabilecek bir akciğer hastalığından kısa süre içinde kaybetti Kemal.  10 Kasım 1938... Koca bir ulusun Mustafa Kemal Paşa’sını, Kemal’in ise biricik Nezihe’sini sonsuzluğa uğurladığı o uğursuz gün. Kızının kaybına dayanamayan Nesibe Teyze, kadınlar tayfasından öbür dünyaya göç edenlerin öncüsü oldu. Kemal, yolun yarısına geldiği 1950 senesinde önce anneannesini aradan bir yıl geçmeden de babaannesini kaybetti. Annesi öldükten sonra daha da hırçınlaşan halası Asuman, Kemal’lerle yaşamaya devam etti. Annesi ara sıra  birilerini tanıştırmaya kalkmış, “Oğlum, ailenin soyunu devam ettirecek tek erkek sensin. Bak halan da evlenmedi. Gel bir izdivaç yap da benim de gözüm arkada kalmasın.” diyerek onu ikna etmeye çalışsa  da Kemal nedenini bilmediği bir şekilde gönül evinin kapılarını sıkı sıkıya kapamıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın da çocuğu olmamıştı. Şart mıydı? Ona soyadını bizzat kendi veren Mustafa Kemal Paşa mühimdi Kemal için. Soyadı kanunu çıktığında 19 yaşında olan Kemal aileyi temsilen soyadı almak için başvurduğunda o sırada denetime gelen Paşa’yı karşısında gördüğü o anı hiç unutmamıştı. Paşa masmavi gözlerini ona dikerek “Gel bakalım evlat. Yalnız gelmişsin. Yok mudur baban?” diye sormuştu. “Yok Paşam, Çanakkale şehididir benim babam.” “Baban ve şehit kardeşleri bu toprak için kan döktüler. İşte bugün onlar sayesinde burdasın ve özgürsün. Kendi soyadını seçiyorsun. Ne mutlu sana!” “Biliyorum paşam. Vatan sağolsun.” “Sen çok da anlamlı bakıyorsun evlat. Senin adın ne?” “Kemal Paşam.” “Soyadın da ‘Manidar’ olsun.” diyen Paşa’nın ona bizzat kendi verdiği soyadını o gün bugündür gururla taşıyordu Kemal.  
Sevdiklerini birer birer yitirdikten sonra Kemal’i hayatta tutan tek şey müzik ve kemanı oldu.  Atatürk’ün temelini attığı modernleşme sürecinde ülkede müzik daha da önemli bir hal almaya başladı. Emekli olana kadar müzik öğretmenliği yapan Kemal, daha sonra evinde keman dersleri vermeye başladı. Ellili yaşlarına geldiğinde kendisi gibi hiç evlenmemiş halasını, birkaç sene sonra da annesini kaybettikten sonra artık yapayalnızdı. Bu dünyaya gözünü açtığı andan itibaren yanında olan, onu baş tacı eden ailesi yoktu artık. Yalnız geçirilen bir on dokuz yıl ve sonrasında kapıyı çalan bu beklenmedik  ve tarifi zor aşk. Nezihe’nin 51. ölüm yıl dönümüydü Yasemin’in derse geldiği ilk gün. Kemal’in son 50 yıldır buruk geçirdiği her 10 Kasım’dan farklı olmuştu bu sefer. Kemal o gün ders vermez, olan derslerini de iptal ederdi. O 10 Kasım’da zili çaldığında sallanan sandalyesinde oturarak okuduğu kitabını kapayıp ağır adımlarla kapıya yönelirken gelenin kim olabileceğini düşünüyordu. Kapıyı açtığında gencecik bir kız ışıl ışıl gülümseyerek ona bakıyordu. 
“Merhaba Hocam, Yasemin ben. Geçen hafta konuşmuştuk hani keman dersi için.”
“Evet, evet tabii ki hatırladım. Fakat ben sizi yarın bekliyordum.” 
“Siz Cumartesi mi demiştiniz acaba diye ben de çok emin olamadım aslında. Sizi aradım ama ulaşamadım. Dersin hafta sonu olmama ihtimalinin büyük olacağını düşünerek de bugün geldim.  Gideyim hocam o zaman ben. Yarın yine gelirim.”
Genç kızın gözündeki pırıltının bir anda söndüğünü gören Kemal kızla aralıktan konuştuğu kapıyı sonuna kadar açtı ve “Olur mu öyle şey? Madem geldiniz. Yapalım dersimizi. Demek ki böylesi münasipmiş diyerek genç kızı içeri buyur etti. Bu yirmili  yaşlarındaki cıvıl cıvıl genç kız odadan içeri adım attığı andan itibaren Kemal’in siyah, beyaz ve griden oluşan hayat tablosu görünmez fırça darbeleriyle renklenmeye başlamıştı. Ufacık ince yüzünün tam ortasına nakış gibi işlenmiş kalkık minnacık bir burun. Eşi benzerine ancak kitaplarda rastlanabilecek, cennetten çıkma nar rengi dudaklar. Rengini gökyüzünün sadece ilkbaharda büründüğü tondaki mavisinden almış bir çift göz. İçlerine bakmaya çalışırken insanın gözünü kamaştıracak kadar parlak mavi gözler. İlerleyen zamanlarda kemanı tutuşunu düzeltmek için arkasına geçtiğinde Kemal’in yanaklarını belli belirsiz okşayan, bal peteğinin her tonuyla boyanmış, odada ışık olsun olmasın üzerine güneş vurmuşçasına her daim ışıldayan, adı gibi yasemin kokan ipek tutamı saçlar. Nezihe’nin cennetten bir yansımasıydı belki de bu kız. Onun ölüm yıldönümünde Kemal’e gönderilen. Belki de ondan aşık olmuştu Yasemin’e. Bunu da ilk defa bugün, doğum gününde düşünmüştü. Ve bunu ilk defa bugün Yasemin’e de anlatacaktı. Direkt aşık olduğunu söylemezdi belki ama Yasemin’in Kemal’in hayatındaki bu özel yerini dili elverdiğince paylaşmak, onun da Kemal’in bu hislerinden haberdar olmasını istiyordu. 

Yaşanmış yılların etkisiyle yaşlı bir ağacın dalları gibi hafif eğilmiş ama halen uzun ve ince boyuyla karşısına geçtiği banyo aynasındaki aksine baktı bir müddet Kemal. Arada çok az kır kalmış beyaz saçları seyrelmiş, her daim kısık bakan gözlerinin kenarlarındaki çizgiler de derinleşmişti. Gözlerinin altındaki çöküntüler yorgunluk ve yaşanmış acıların birbiri ardına bastığı mühürlerin kalıcı mor rengiydi. Peki ya kalp? Bu eskiyen bedende nasıl oluyor da avuç büyüklüğündeki bu organ böylesine genç kalabiliyordu? Üstelik yıllar boyu uyurken nasıl da böyle uyanabiliyordu aniden? Gülümsedi. Beyaz sakallarını itina ile traş etti. Lavanta kokulu sabunla yüzünü yıkadı. İnce uçlu tarağıyla yumuşacık saçlarını yandan ayırarak taradı. Sadece özel günlerde sürdüğü yeşil çam ağacı şekilli şişedeki mentollü traş losyonunu yüzüne ve boynuna bolca serpti. Ağır adımlarla girdiği odasındaki kabartmalı tahta dolabının kapağını heyecandan titreyen elleriyle açtı. Melahat Hanım’ın kol kenarlarına çizgi yaparak ütülediği, yakaları beyaz kolalı gömleklerden birini üzerine geçirip sedef düğmelerini boynuna kadar ilikledi. Koyu lacivert kadife pantolonunu giyer giymez saatine baktı. Bir gün önceden birkaç alternatif arasından zar zor karar vererek seçtiği, koyu bordo kaşmir yeleğini üzerine giydiğinde hemen hemen hazır olmanın verdiği telaşla kalbinin biraz düzensiz attığını fark etti. Başucunda bulundurduğu dil altı haplarından bir tane aldı. Sıra ayakkabılara gelmişti. İnce lacivert ipek çoraplarının üstüne tam da yeleğinin renginde süet bordo bağcıklı ayakkabılarını giyerken oturması gerekiyordu. Ayakta giymeye çalışırsa başı dönüyordu çünkü. Yatağının kenarına oturdu ama bağcıkları bağlamak için az da olsa eğilmek zorunda kaldı. Kalbi aldığı hapa rağmen halen hızlı atıyordu. Midesi de bulanıyordu biraz. Ama olsun. Heyecanlıydı ya. ‘Birazdan geçer’ diye düşündü.  

Cuma günlerinin en sevdiği zamanı gelmiş, çatmıştı nihayet. Çok değil yarım saate kadar kapı çalınacak ve güneş gibi doğacaktı evin içine hiçbir zaman ona ait olamayacağını bildiği o cıvıl cıvıl güzellik.  Doğum günüydü ya, bu sefer daha farklı olarak çay bardağına koyduğu rakısı da eşlik ediyordu ona. Gençliğinden kalma pirinç süslemeli gramofona, içinde Mustafa Kemal Paşa’nın da en sevdiği parçalardan biri olan, Müzeyyen Senar’ın seslendirdiği, Tatyos Efendi bestesi  ‘Gamzedeyim Deva Bulmam’ şarkısının kayıtlı olduğu taş plağı özenle yerleştirdi. Gramafonun hemen yanındaki sallanan tahta koltuğuna oturdu ve rakısından bir yudum aldı. Önden başlamış bir kutlama gibiydi. En son ne zaman doğum günü kutladığını hatırlamaya çalıştı ama nerdeyse bir asra yakın gerekli gereksiz bir sürü şeyle doldurduğu beyni zorlandı hatırlamakta. Neyse neydi! Yalnız geçirilmiş onca yıla inat en güzel kutlamanın bugün olacağından hiç kuşkusu yoktu Kemal Manidar’ın. Bir yandan koltuğunda yavaş yavaş sallanırken bir yandan uzaklara daldı. Çok uzaklara. Hiç tanımadığı babasını, ona gözü gibi bakan kadın tayfasını, biricik Nezihe’sini ve son olarak Yasemin’i geçirdi aklından teker teker. Kalbi göğüs duvarına sert bir şekilde çarptı. Sonra durdu. Sonra yeniden sertçe çarptı. İki kalp atışının arası hiç bu kadar uzun olmamıştı. Sonra durdu. Bir sonraki çarpma daha da geç geldi. Ve durdu yeniden... Göğsündeki yanmayla beraber midesi bulanırken tüm vücudundan soğuk bir ter boşandı. Taş plaktan gelen müziğin sesi uğultu haline gelerek derinleşti ve yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Sonra inceden bir sızı girdi sol göğsüne ama çok acımadı. Başı yavaşça önüne düşerken, rakıyla dolu çay bardağı halen kucağında iki elinin arasındaydı. 

Tam o sırada kapının dışında bal rengi saçlı genç bir kız önce ara ara daha sonra parmağını kaldırmaksızın ziline basıyordu Kemal Manidar’ın. En fazla ikinci çalışta açılan kapı açılmıyordu. Titreyen parmağını kaldırdı zilin üstünden. Kulağını tahta kapıya dayadı. Cızırtılı taş plakta takılmış, bittikçe başa dönen hüzünlü şarkıyı dinledi sözlerini anlamaya çalışarak.  

Gamzedeyim deva bulmam
Garibim bir yuva kurmam
Kaderimdir hep çektiğim
İnlerim hiç reha bulmam

Elem beni terk etmiyor
Hiç de fasıla vermiyor
Nihayetsiz bu takibe
Doğrusu tâkat yetmiyor


Kucak dolusu bembeyaz kır çiçekleri kollarının arasından kayarken gözlerinden yaşlar süzüldü genç kızın...

Bu hikayede yer alan Müzeyyen Senar parçasını dinlemek isterseniz: Gamzedeyim Deva Bulmam - Müzeyyen Senar

Şehnaz Tuna

25 Ocak 2015 Pazar

PEMBE SAKURAM: ORHAN PAMUK'UN BOZACI MEVLÜT'ÜNDEN ETKİLENİP VEFA'...

PEMBE SAKURAM: ORHAN PAMUK'UN BOZACI MEVLÜT'ÜNDEN ETKİLENİP VEFA'...: Boza  çok sevmeme rağmen durduk yere aklıma geldiği pek olmaz. Son birkaç haftadır ise aklımdan çıkmıyor. Sebebiyse Orhan Pamuk . 2008 yılı...

ORHAN PAMUK'UN BOZACI MEVLUT'UNDAN ETKİLENİP VEFA'YA GİDEN BEN...

Boza çok sevmeme rağmen durduk yere aklıma geldiği pek olmaz. Son birkaç haftadır ise aklımdan çıkmıyor. Sebebiyse Orhan Pamuk. 2008 yılındaki Masumiyet Müzesi'nden altı yıl sonra yazdığı "Kafamda Bir Tuhaflık" isimli romanındaki baş karakter Mevlüt bir bozacı. Gündüz çok koşturduğum için genelde gece kitap okuyabiliyorum. Bozacı Mevlüt'ün hikayesini okudukça da istisnasız her akşam canım boza çekiyor ama yatakta olduğum için gidip almaya üşeniyor, ertesi gün de marketlerde satılan ticari şişelerdeki bozalar hiç mi hiç çekici gelmiyordu. Böyle bir kısır döngü içinde dönüp dururken bu hafta buna bir nokta koymaya karar verdim. Çok özlediğim bozayı içecektim hem de yerine giderek. Pazar akşamının sakin trafiğinde Etiler'deki evimden Tarihi Vefa Bozacısı'na ulaşmak 25 dakikamı aldı. Boydan boya asılmış yeşil renkteki kocaman Vefa Bozacısı tabelasına yaklaştıkça daracık sokağın bir panayır yeri gibi aydınlatılmış olduğunu gördüm. Çoluk, çocuk, yaşlı, genç onlarca insan kimi ufacık dükkanın kısıtlı sayıdaki masa ve sandalyesinde kimisiyse arnavut kaldırımlı sokakta ayakta ya da arabalarının içinde ellerindeki kağıt bardaktan bozalarını içiyorlardı. Bozasını içip ayrılanların yerini vakit kaybetmeksizin yenileri alıyordu. 



Darı irmiği, su ve şekerden üretilen, alkolsüz ve hafif mayalı olan boza, bilinen en eski Türk içeceklerinden biri. Besleyici özelliğinden dolayı 'sıvı ekmek' olarak da anılan boza enteresan bazı özelliklere sahip:

  • İçerdiği aktif mayalardan dolayı emziren annelerde süt yapımını arttırıyor.
  • Bazı kanserojen maddelerin vücuttaki oluşumunun önlenmesine yardımcı oluyor.
  • Probiyotik etkisiyle vücudu hastalıklara karşı dirençli kılıyor.
  • Zengin protein ve B vitamini içeriğine sahip.
  • İçerdiği laktik asit ile hazmı kolaylaştırıyor.
  • Zihin açıcı ve sinirleri dinlendirici etkisi var. 
  • Karbonhidrat, protein ve birçok besin öğesi içeriyor. 

Orhan Pamuk'un Mevlüt'ü sayesinde gittiğim Tarihi Vefa Bozacısı, bembeyaz kıyafetli bozacıları, gözünüzün önünde hazırladıkları bozaları, bu bozaları tepsilerde servis eden garsonları ile görülmeye değer bir mekan. Çoğumuzun çocukluğundan beri aşina olduğu bozayı orjinal yerinde içmek gerçekten çok farklı. Fatih'te surların hemen arkasında yer alan Vefa Bozacısı geceyarısına kadar da açık. 1870'de Hacı Sadık Bey'le başlayıp bugün dördüncü nesil aile fertleriyle devam eden bu geleneğe siz de ulaşmak isterseniz: http://www.vefa.com.tr



Şehnaz Tuna


20 Ocak 2015 Salı

PEMBE SAKURAM: TİYATRO VE KİTAP ALANINDA İKİ SEVİNDİRİCİ GÖZLEM.....

PEMBE SAKURAM: TİYATRO VE KİTAP ALANINDA İKİ SEVİNDİRİCİ GÖZLEM.....: Üsküdar Amerikan Kız Lisesi (ÜAKL) mezunu olmaktan gurur duyuyorum. Eğitim sürecim boyunca George Orwell 'den, William Shakespeare &#...

TİYATRO VE KİTAP ALANINDA İKİ SEVİNDİRİCİ GÖZLEM...


Üsküdar Amerikan Kız Lisesi (ÜAKL) mezunu olmaktan gurur duyuyorum. Eğitim sürecim boyunca George Orwell'den, William Shakespeare'e, Charles Dickens'dan Jane Austen'a kadar edebiyatın önde gelen yazarlarının klasikleşmiş eserlerini okudum. Bu eserlerin her birinin o zaman oluşmakta olan kişiliğim ve hayat görüşüme şimdilerde ise yeni adım atmış olduğum yazarlık yolculuğumdaki çalışmalarıma çok büyük etkileri olduğunu düşünüyorum. Dün gece hemen hemen tüm kültürel faaliyetlerimizi (konser, tiyatro, sinema) beraber gerçekleştirdiğimiz canım arkadaşım Hande Benveniste ile, lisede okumuş olduğum Shakespeare'in "Bir Yaz Gecesi Rüyası" (A Midsummer Night's Dream) eserinin Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde sahnelenen tiyatrosuna gittik. İBB Şehir Tiyatroları genel sanat yönetmenliğine gelen Erhan Yazıcıoğlu bu görevi devraldığından beri 2014-2015 sezonu için oldukça faal çalışmakta. Hemen hemen iki üç haftada bir gerek telefon gerekse davetiye ile şahsıma ulaşarak yaptıkları tiyatro duyurularının oldukça rağbet gördüğüne şahit olmak beni çok mutlu etti. Muhsin Ertuğrul sahnesinin 598 oturma kapasiteli salonun ağzına kadar dolu olmasıyla beraber yan merdivenlerine ek sandalye konması hatta kapıdaki bazı insanların yer bulamamaktan şikayetçi olması talebin ne kadar fazla olduğunun göstergesiydi. Aleksandar Popovski tarafından yönetilen, 2 saat 15 dakika süren oyundan ben de Hande de çok keyif aldık. Tiyatroyu halka yeniden sevdirme konusundaki çabasından dolayı sevgili Erhan Yazıcıoğlu'na burdan bir kere daha teşekkür ediyorum.

Keyifle yattığım gecenin sabahında gazetede okuduğum bir haber bir evvelki geceden kalan mutluluğumu daha da perçinledi. Türkiye Yayıncılar Birliği'nin hazırladığı kitap üretim raporu ve Türkiye İstatistik Kurumu rakamlarına göre 2014 yılında kişi başına 7.3 kitap düşüyormuş. 2013 yılına göre yüzde 4.6 artış göstermiş olan bu rakam oldukça sevindirici. Uluslararası Yayıncılar Birliği'nin (IPA) 2014 verilerine göre ise Türkiye, dünyanın en büyük 12'nci yayıncılık sektörü ve üretilen yeni kitap çeşidinde 11'nci sırada yer alıyormuş. Bu rakamın her sene daha da arttığını göreceğimiz, sanat ve edebiyatla dolu dolu geçecek bir hayat temenni ediyorum hepimiz için. 


Şehnaz Tuna

18 Ocak 2015 Pazar

PEMBE SAKURAM: MARTI KAHKAHALARI VE BENİM GÜZEL MANOLYAM

PEMBE SAKURAM: MARTI KAHKAHALARI VE BENİM GÜZEL MANOLYAM: Anadolu yakasında işim olduğu çoğu zaman bunu fırsat bilip bir gün öncesinden karşıya geçip annemde kalırım. İnsan kaç yaşında olursa olsun...

MARTI KAHKAHALARI VE BENİM GÜZEL MANOLYAM

Anadolu yakasında işim olduğu çoğu zaman bunu fırsat bilip bir gün öncesinden karşıya geçip annemde kalırım. İnsan kaç yaşında olursa olsun anne evinde anında çocuk kimliğine bürünüyor. Kapıdan içeri girdiğim anda hasta olmasına rağmen tipik bir eski toprak misali olan annemin benim için yaptığı üç çeşit zeytinyağlı, müptelası olduğum mücver, rende turplu ve havuçlu (lezzeti sadece ona özel) salatası ve  o çok sevdiğim irmik tatlısıyla donatılmış yemek masası beni bekliyordu. Yemek sonrası sırasıyla içilen kahve ve çayın arasında bir de yeni yapılmış hafif ılık sütlacı yemeyeceğim" dememe rağmen dayanamayıp yediğimi burada biraz da utanarak itiraf ediyorum. İrmik tatlısının üstüne sütlaç da yenmez biliyorum ama anne evinde olmak bir istisna. Ve istisnalar kaideyi bozmaz. Biraz televizyon ve biraz da sohbetten sonra elimde kitabımla (Orhan Pamuk - Kafamda Bir Tuhaflık) odama çekildiğimde kitapta sıkça konu edilen çocukluğumdan kalma sembollerin (bozacı, yoğurtçu, siyah beyaz televizyon vb) etkisinden olsa gerek içimdeki nostalji hissi tavana vurarak uykuya dalmışım. Sabaha karşı martı sesleriyle uyandığımda o uyku ile uyanıklık arası durum esnasında bir an gerçekten zaman kavramıyla alakalı kafam karıştı. Ben şu an eski evinde çocukluk odasında yatan ufak Şehnaz mıydım, yoksa yolun yarısını yedi sene önce geçmiş kendi çoluk çocuğunu büyüten anne Şehnaz mıydım? Perdeyi biraz aralayıp yeni ağaran güne bakarken bu hisse kapılmamın sebebinin Caddebostan sahili sakini martılar olduğunu düşündüm. Küçüklük odamda da martı seslerini  hep duyardım. Sonra biraz daha dikkatli dinlemeye başladım. Martılar her zaman söylenenin aksine çığlık değil de kahkaha atıyorlardı sanki. Bu kahkahaların eşliğinde uykunun o en şeker haliyle birkaç saat daha uyumuşum. 

Sabah kahvaltımızı sahilde etmeye karar verdik. Yolda giderken çocukluğumun Sanat Güneşi rahmetli Zeki Müren'in 1955 yılında bestelediği Manolya şarkısının ilham kaynağı olan manolya ağacını korumaya aldıklarını gördüm. Görünürde diğer ağaçlardan hiçbir farkı olmayan bu tarihi ağacı fotoğraflarken, ilham kaynağı olduğu unutulmaz şarkıyı zihnimde 'Koklamaya kıyamam benim güzel manolyam' diyerek  söylemeye başlamıştım bile. Eskiyi seviyorum, eskileri hatırlayıp kıymet bilmeyi önemsiyorum. Ben bir yandan bu satırları yazarken bir yandan da bize katılmak üzere yola çıkan kızımı bekliyorum. Birazdan anneanne, anne ve torundan oluşan üç jenerasyon bir arada olacağız. Ocak güneşinin hafif ısırarak kendini gösterdiği bu huzurlu Pazar gününü burada ölümsüzleştiriyor, martı kahkahaları ile uyandığım günümü, Zeki Müren'in Manolya'sı ile bitireceğimi bilerek gülümsüyorum.

Bu nostaljik şarkıyı hatırlamak isterseniz aşağıdaki linke tıklayınız: 

17 Ocak 2015 Cumartesi

PEMBE SAKURAM: ÖYKÜ: KANLI KONTES

PEMBE SAKURAM: ÖYKÜ: KANLI KONTES: Tarihin en eski ve acımasız kadın seri katillerinden, Kanlı Kontes olarak da billinen Slovakya Kontesi Elizabeth Bathory'nin gerçek hi...

ÖYKÜ: KANLI KONTES


Tarihin en eski ve acımasız kadın seri katillerinden, Kanlı Kontes olarak da billinen Slovakya Kontesi Elizabeth Bathory'nin gerçek hikayesinden yola çıktığım öykümde Kontes’ten kaçmayı becerebilen genç kurban Vera’nın yaşadıklarını kurguladım.


                                                                                                                      Slovakya
                                                                                                             29 Aralık 1610,
KANLI KONTES

Yıl bittikten sonra toplanan ökseotu şifalı değil aksine çok zehirli olur. Senenin son ökseotlarını topladıktan sonra kuruttuğum diğer otlardan arta kalanlar ve kepekle yaptığım karışımla domuzları beslemek için ahıra girdiğimi hatırlıyorum. Daha sonra kafamın arkasına yediğim o beklenmedik sert darbe ile ense köküme vuran tarifsiz acı ve karanlık... Kendime geldiğimde ağzım kalın bir bezle sarılı, sarsılarak giden bir at arabasının içindeydim. Bez öyle sıkı bağlanmıştı ki dudak kenarlarımda oluşan kurumuş yırtıklar arabanın geçtiği her tümsekte yanaklarıma doğru biraz daha açılıyorlardı sanki. Yanımda daha sonradan adının Dorka olduğunu öğrendiğim, babamdan bile daha iri, üzerine kesik süt ile ter karışımı koku sinmiş bir köylü kadın oturuyordu. Arabanın sarsıntısı, atların tezek, kadının ter kokusu ve başıma aldığım darbenin de etkisiyle midem bulanıyor, ara ara kendimden geçiyordum. Yarı açık bilincimle zaman kavramını yitirmiştim. Oldukça uzun olduğunu tahmin ettiğim bir müddet sonra durduk. Koca kadın kerpeten gibi sertçe kavradığı kolumdan tuttu ve beni çekerek arabadan indirdi. Geldiğimiz yer Kontes Bathory’nin yaşadığı meşhur Cachtice Şato’suydu. Kontesin kocası Kont Nadasdy’nin ölümünden sonra özellikle son zamanlarda ortalıktan kaybolan bakire genç kızların kaçırılıp buraya getirildiği rivayet edilen şato. Sahibesi kontesin genç kalmak için bu bakire kızların kanını içtiği, hatta onların kanıyla banyo yaptığına dair dedikodular olan korkunç yer. Tüm bu hikayeler köylüler tarafından ballandırılarak anlatılıyor ama hiç kimse ‘Kanlı Kontes’ diye isim taktıkları bu güçlü kadının kapısına bir suçlama ile gidemiyordu. 

Şatonun girişindeki devasa tahta kapı bir saray kapısı edasıyla ağır ağır açıldı. İçeri girmemek için direnip ayaklarımı sürürken sağ dizime yediğim tekmenin acısıyla gözlerim yaşardı. Topallayarak girdiğim soğuk taş avluya sinen kesif ve çürümüş et kokusu o ana kadar almış olduğum tüm kokuları bastırdı. Midem öğürme hissiyle beraber sıcaktan bozulmuş et yemiş gibi bulanmaya başladı. Yolculuk boyunca tek bir kelime bile etmeyen kadın beni sürüklemeye devam ederken cüssesiyle doğru orantılı kalın bir ses tonuyla bağırdı: “Ficzko derhal Kontes’in yanına çık! Ona döndüğümü ve kızı bodruma götürür götürmez huzurlarına çıkacağımı ilet.” Ağır kapıları iterek kapamaya çalışan, cüce denecek kadar kısa boylu ve tek ayağı aksak adam itaatkar bir tavırla cevap verdi “Derhal Dorka.”

İple oynatılan kukla gibi vücudumun hiçbir hareketine sahip çıkamaz bir halde kadının yanısıra sürüklenirken çaresizce yakardım ona. “Nereye götürüyorsunuz beni? Lütfen acıyın bana. Canım çok yanıyor. Çok korkuyorum!” Kadın bana cevap vermek bir yana yüzüme bile bakmadan, bu ânı daha önce yüzlerce defa yaşamışçasına tepkisiz bir ifadeyle beni çekiştirerek yürümeye devam ediyordu. Gittikçe karanlıklaşan yolda basamakları indiğimizde yerde çırılçıplak yatan genç bir kadın vücuduna takılarak tökezledi. Çığlık çığlığa bağırmaya başladım. Ne yapacağımı bilmez bir halde kadının kerpeten elinden kurtulmak için çırpınırken sol kulağımda patlayan tokadın etkisiyle beynim sarsıldı ve yeniden kendimden geçtim. 

Kedi miyavlamasıyla uyandığım zindan gibi bir odada gözlerimin zifiri karanlığa alışması biraz zaman aldı. Kontesin kara büyüyle uğraştığını ve bundan dolayı şatoda onlarca kedi beslediğini de söylüyordu köylüler. Şato ve kontesle ilgili duyduklarımı kafamda toparlamaya çalışırken yaklaşan ayak sesleri ile beraber kapı kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açıldı. Elindeki mumun yüzüne vuran gölgesiyle bir hayalete benzeyen girişte gördüğüm o ufak tefek uşak incecik sesiyle “Hadi kalk. Kontes’in huzuruna çıkacaksın. Seni hazırlamalıyız.” diyerek koca kadının tersi bir yumuşaklıkla elimi tuttu. 

Sol duvarında bir çoğunda kontesin kendisin resmedildiğini tahmin ettiğim kocaman tablolar, sağ tarafındaysa siyah kadife perdelerle sıkı sıkıya örtülmüş camların olduğu yarı karanlık uzun bir koridordan geçtik. İlerledikçe şatonun geneline hakim olan çürümüş et kokusu yerini yanan odun kokusuna bırakmış, sıcaklık artmıştı. Sakat bedeniyle yanımda aksayarak yürüyen küçük adam ağladığımı görünce “Sessiz olmalısın artık. Kontesin salonuna geldik.” diyerek üzerinde ne olduklarını anlayamadığım garip sembollerle bezeli altın renkli kapıyı açtı ve beni arkamdan hafifçe itekledi “Hadi!”

İçeri girdiğim anda uzun süredir karanlığa alışmış gözlerim güneş ışığı görmüşçesine kamaştılar. Yürümeyi yeni öğrenmiş, dengede kalmaya çalışan bir bebek gibi temkinli adımlar atarak salonun ortasına kadar geldiğimde karşımda hayatımda gördüğüm en güzel kadın duruyordu.   
"Adin ne senin?"
"......" Adımla beraber konuşmayı da unutmuş gibiydim adeta. Efsanevi güzelliği dilden dile dolaşan kontes hayalimde canlandırdığımdan daha da güzeldi. Yıldızlı gökyüzünü andıran upuzun kuzguni siyah saçlarının arasında pürüzsüz ve bembeyaz ışıldayan bir yüz vardı. Dorka denilen kadın beni savururcasına onun önüne ittiğinde korku ile karışık garip bir heyecan duydum. Kadın ya da erkek istediği herkesle beraber olabildiğini de söylüyorlardı kontesin. Doğruymuş!
"Adını unutacak kadar heyecanlandın mı yoksa ufak kız?" Soğuk eliyle çenemi kavrayarak önce kafamı sonra bedenimi yavaşça yukarı kaldırdı. Buz beyazı yüzündeki alaycı ifadeyi gördüğümde kalbim göğüs kafesimden dışarı fırlayacak kadar hızla atıyordu. Dilimin ucuna gelen kelimeler ise mühürlenmiş dudaklarımdan çıkamıyorlardı. 
“Dorka, adı ne bu taze güzelliğin?”
“Vera, kontesim. On dokuz yaşında” ‘Bu kadın benim adımı, yaşımı nereden biliyordu?’ Kafam iyice karışmıştı.

Elizabeth Bathory "Kanlı Kontes"
Kontes, kırmızı taşlarla süslü kalın bir kemerle sıkılmış koyu çam yeşili kadife bir elbise giymişti. Uzun eteklerini yerde sürüyerek süzülürcesine arkama geçti. Üzerime giydirdikleri kaygan ipekten sabahlığımın omuzlarını sıyırdı. Soğuk ama incecik ve tüy gibi hafif elleri omuzlarımı okşamaya başladığında titremeye başladım. Sıcak nefesini kulaklarım, boynum ve ensemde dolaştırırken bir yandan da yumuşak öpücükler konduruyordu. Dedikodusunu yaptıkları vahşi kontes bu olamazdı. Bu kadın olsa olsa kara büyüyle insanları etkileyip kendine bağlayan yarı tanrıça yarı insan karışımı yüce bir varlık olabilirdi ancak. Onun insanı sarhoş eden baharatlı parfümünün kokusuyla kendimden geçmemle bıçak gibi keskin dişlerini kulak mememde hissetmem bir oldu. Acıyla beraber beynimde bir şimşek çaktı adeta. Elimi kulağıma götürdüğümde ılık bir sıcaklığın boynuma doğru süzüldüğünü hissettim. Ne olduğunu anlayamamıştım. Kontesin kalın dudaklarından bedeninin üst kısmını sımsıkı saran elbisesinin dantelle çevrili dekoltesinden taşan bembeyaz dolgun göğüslerine doğru süzülen kadife kırmızısındaki kan benim kanım olmalıydı. Bir yandan acıdan uyuşmuş kulağımdan akan kanı durdurmak için avucumla kulağımı bastırırken diğer yandan da buradan kurtulamazsam sonumun cansız bedeniyle taş avluda yatan o genç kızınkinden farklı olmayacağını düşünüyordum. Biraz bilinçsiz biraz da canımın havliyle kontese sakar bir tekme savurup ani bir tavırla kapıya yöneldim. Tüm olup biteni kenarda sessiz sedasız izleyen Dorka bedeninden umulmayacak bir çeviklikle yolumu kesti ve iki eliyle boğazımı sıkmaya başladı. Gözüm kararmaya başlarken kontesin uğultu halinde duyduğum sesi son anda hayatımı kurtardı. “Vahşi ceylanımızı bırak Dorka. Onun zevkini canlıyken çıkarmak istiyorum! Ama, önce bu itaatsizliğinden dolayı biraz cezasını çekmesi lazım. Derhal bahçeye atın.” 

Şimdi aklıma geldi. Kontesin yaptığı işkencelerden birinin de genç kızları çırılçıplak soyarak buz gibi havada üzerlerine döktürdüğü soğuk suyla onları dondurmak olduğunu konuşuyordu insanlar. Başıma gelecek olan bu mu olacaktı bilmiyordum ama benim kaçmak için bir şansım daha olmuştu. Bedenime aldığım darbelerin verdiği acının etkisiyle bulanan yorgun zihnimi acilen toparlamalı ve akıllı bir plan yapmalıydım. Babamın beni ne kadar merak etmiş olabileceğinin üzüntüsü de yüreğimi acıtırken onun bana verdiği öğütlerden biri geliverdi aklıma aniden. Bir insana dediğini yaptırabilmek ya da o insanı yenebilmek için izlenecek en iyi yolun onun zaaflarını kullanmak olduğunu söylemişti bir keresinde. Kontesin de yaşlanma korkusu ve güzelliğine olan düşkünlüğünü bilmeyen yoktu. O ana kadar korku ve heyecanla kitlenmiş dudaklarım bu sefer aynı korkunun vermiş olduğu çaresizlik ve cesaretle bir anda açıldı ve kontesin arkasından bağırarak seslendim: 
“Kontesim aradığınız gençlik iksirinin sırrı bende.” Kontesin kara büyü ile uğraştığı söylenenler arasındaydı. Ama ben de annem beni doğururken öldüğü için bebekliğimden beri bana bakan babaannem sayesinde otlar içinde büyümüştüm. İşte bu yüzden en tehlikelisinden en şifalısına kadar tüm otları ezbere biliyordum.
Aniden geri dönen kontes dudaklarının kenarındaki kurumuş kanımla yüzüme hiddetle baktı. “Sen beni mi kandırıyorsun küçük şeytan?”
“Hayır efendim. Ailem dört kuşaktır otlarla uğraşıyor. Babaannem ölmeden önce sadece bana bıraktığı bu sırrı bunu ancak gerçekten hak eden bir güzellikle paylaşmamı söyleyerek veda etti bana. Ve siz efendim, öyle güzelsiniz ki! Sizi gördükten sonra benim bu dünyada bu sırrı başka kimse ile paylaşmamın söz konusu bile olamayacağını düşünüyorum. Hem bunca köylü kız arasından beni seçmenizin de bir nedeni olmalı. Siz getirdiniz beni buraya.”
Ağzımdan çıkan cümlelerin başıma neler getirebileceğini bilmeden hızla konuşuyordum. Bir yandan da eğer kabul ederse, karıştırılıp içildiğinde bir atı bile bayıltıp yerle bir edecek kuvvetteki o iki otu bulabilmek için içimden dua ediyordum. 

Kontesin büyülerinde kullandığını tahmin ettiğim, sepetler dolusu otun muhafaza edildiği odaya getirildiğimde istediğim her iki otun da var olduğunu gördüğümde bu noktaya kadar gelebilmiş olduğuma inanamadım. Aşina olduğum ot kokusunun verdiği rahatlamayla hazırladığım karışımı altın varaklı kadeh içerisinde kontese bizzat kendim sunarken ellerim titriyordu. 
“Efendim, tarifi asırlardır gizli iksir artık sizin emrinizde. Fakat, bunu içerken yanımızda ikimizden başka kimsenin olmaması gerek” diyerek iksirin gücüne çoktan inanmış gibi duran kontesi koca kadın Dorka ve kötürüm Ficzko’yu şatonun öbür ucuna göndermesine ikna etmek düşündüğümden çok daha kolay oldu. 
“Önce sen.” dedi Kontes.
“Efendim bu iksiri sadece sizin içmeniz için hazırladım.”
“Önce sen dedim!”
Halen titremeye devam eden ellerimle dudaklarıma götürdüğüm kadehten bir yudum aldığımda kontesin zafer ve heyecanla parlayan gözbebekleri iyice büyümüştü. Ben ise çok zeki bir kadın olan kontesin benden böyle bir şey isteyeceğini tahmin edip karışımın asıl gerekli olan diğer otunu avucumun içine sıkıştırmıştım. Kontesin bir anlık sevinç sarhoşluğundan faydalanıp avucumdaki otu hızlıca içine bırakıverdiğim kadehi ona uzatırken içimden tanrıya beni kurtarması için yalvarıyordum. Bir dikişte içtiği iksirin bu âfet kadını yere yıkması ise saniyeler sürmüştü. Etkisinin sadece dakikalar süreceğini bildiğim bu karışımın süresi dolmadan ve Dorka ile Ficzko’nun durumu fark etmelerinden önce çıkışı bulabilmek için kendimi dışarı atıp, koşar adımlarla odayı terkettim. 

Sabah sisinin duman gibi çöktüğü bu yabancı tepede yönümü kestiremiyor, arkama bakmadan yokuş aşağı koşuyorum. Hızla aralarından geçtiğim çiğ düşmüş çalılıkların dalları vücudumu gelişigüzel sıyırıyor, buz kesmiş kayalar çıplak ayaklarıma batıyor, ama ben acıdan kıvransam da burdan bir an önce kaçıp kurtulabilmek için hızımı kesmiyorum. Kesik kesik nefes alıyorum. Almaya çalıştığım her nefeste boğazımın sıkıldığı yerin bir bıçakla yarılmış gibi olduğunu hissediyorum. Soğuk hava o yarıktan bedenime giriyor sanki. Canım çok yanıyor ama nefes almaya devam etmeliyim. Yoksa her an bayılabilirim. Zorladıkça da ıslık gibi bir ses çıkıyor ciğerlerimden. Tüm vücudum iç organlarıma varana kadar lime lime olmuşçasına yanıyor. Buz gibi soğukla alev sıcaklığını aynı anda hissediyorum. Üzerimdeki uzun beyaz sabahlığın sol omuz tarafından kırmızıya boyanmış olduğunu hayal meyal görüyor, kulağımın ısırılarak koparılmış bölümünden akan kanın göğüslerime kadar sızmış olduğunu tahmin ediyorum. Vadiden aşağı doğru ilerledikçe gittikçe netleşen karaltıda yaklaşık yirmi civarı atlı adamın benim olduğum yöne doğru yaklaştıklarını görmenin verdiği rahatlama ile olduğum yerde yığılıp kalıyorum. 

Bağırarak uyandığımda babam “Benim cesur, akıllı kızım.” diyerek terden sırılsıklam olmuş saçlarımı okşuyordu. Evimde, yatağımdaydım. Bir kâbustan uyanmış gibi nefes nefese kalmıştım. Gördüğüm atlılardan biri beni atına alıp kurtarmış diğerleri ise kralın emriyle görevlendirilen Kont Thurzo önderliğinde planlandığı gibi Cachtice şatosuna baskına gitmişler. Kontes hariç herkes tutuklanmış, onu da şatoda bir odaya hapsetmişler. Söylenene göre kimisi çürümüş kimisi yeni öldürülmüş bir sürü ölü genç kız bedeni bulmuşlar. Bu ölüm şatosundan canlı kurtulan tek kurban ise ben olmuşum. Ruhumun iyileşmesi belki uzun zaman alacak ama babaannemin gül kokulu merhemi yaralarıma iyi gelecek biliyorum...


Şehnaz Tuna


13 Ocak 2015 Salı

PEMBE SAKURAM: BUHARI TÜTEN MERCİMEK ÇORBASINI KİM SEVMEZ? HEM DE...

PEMBE SAKURAM: BUHARI TÜTEN MERCİMEK ÇORBASINI KİM SEVMEZ? HEM DE...: Benim artık yetişkinliğe adım atmış dünya tatlısı bir kızım bir de ablası ile arası onaltı ay olan harika bir oğlum var. Ama bizim ev ahali...

BUHARI TÜTEN MERCİMEK ÇORBASINI KİM SEVMEZ? HEM DE SOĞUK BİR KIŞ GECESİNDE...

Benim artık yetişkinliğe adım atmış dünya tatlısı bir kızım bir de ablası ile arası onaltı ay olan harika bir oğlum var. Ama bizim ev ahalisi genel olarak çok daha kalabalıktır. Çocuklarımın arkadaşlarından, evimizin (pardon artık ailemizin) parçası olmuş bir grup vardır ki bu grubun yıllardır başını çekenlerden biri, bizim vazgeçilmezimiz Dila'dır. Hatta Dila'nın bazı huyları bana öyle benzer ki bazen Deniz'in mi yoksa Dila'nın mı benim kızım olduğu konusunda espriyle karışık tereddütlerimiz dahi olmuştur :) 

Dila ve Denom
Bu gece ben yeni bir öykünün ilk satırlarını yazmaya başlamışken bu meşhur ikili hiçbir zaman eksilmemesine duacı olduğum harika enerjileriyle eve geldiler. Kendime atıştırmalık birşey almak üzere mutfağa girdiğimde kızım da mutfakta buzdolabını açmış (bu hareket bir çoğunuza oldukça tanıdık gelecektir) manasızca dolabının içine bakıyordu. Ben çeyrek muzumu kesip ağzıma attığımda, gecenin saat bir buçuğunda bu dünyada hiçbir annenin dayanamayacağı bir ses tonu ile "Canım da nasıl çorba çekti!" cümlesini ilk önce duymamış gibi yaptım. Mümkün mü? Yaklaşık on saniye sonra suyu kaynatmaya başlamıştım bile. Denom'un da yardımı ile en fazla 35 dakika içerisinde üzerinde buharı tüten sımsıcak mercimek çorbamız hazırdı bile. Müthiş bir keyifle hep beraber çorbamızı içtik. Kızlar film seyretmek üzere odalarına çekilirken ben her zamanki gibi bir daha aynısının kimbilir ne zaman hangi parallel evrende yaşanacağını bilmediğim bu tatlı anımı pembesakuram'da ölümsüzleştirmek istedim. Gecenin bir yarısı oldu da canınız kızım gibi çorba çekerse buyrun size bu müthiş pratik ve sağlıklı (unsuz, çok az yağlı) Şehnaz usül mercimek çorbasının tarifi:

Mercimek Çorbası

Malzemeler:
1 tatlı kaşı tereyağ
1 orta boy havuç
1 orta boy patates
1 kase sarı mercimek (Kırmızıya alternatif kullandım. Çok lezzetli)
1 çay bardağı pirinç
1.5 litre kaynar su (Kıvamlı severseniz suyun miktarını azaltabilirsiniz)
Tuz (Ben yaklaşık 1 çay kaşığı koydum. Ağız tadınıza bağlı)
Karabiber (Ben koymadım. Arzu ederseniz koyabilirsiniz)
El blenderi

Yapılışı:
Ben genelde kavurma sevmiyorum. Malzemelerin hepsini tencereye koyun. Yağ eridiği anda malzemeleri kavurmadan üzerlerine kaynar suyu dökün. Kaynamaya başladığı anda kısıp malzemeler yumuşayana kadar pişirin. Bu çorbanın olmazsa olmazı el blenderi. En son havuç ve patates yumuşadığı anda el blenderini tencerenin içine sokup yaklaşıp 2-3 dakika yüksek, daha sonra yarım dakika düşük devirde çalıştırmanız yeterli. Bu işlemi yaparken çorbanın üzerinde oluşacak köpüğü kaşıkla almanızı öneririm. Ve çorbanız hazır. İsteğe bağlı olarak tavada kırmızı biberli tereyağ kızdırıp kase ya da tabakların hatta genel olarak çorba tenceresinin üzerine dökebilirsiniz. Kızların ilk kaselerini öyle servis ettim. Benim tercihim sade içmekten yana. 


Soğuk kış aylarında sımsıcak mercimek çorbası keyfi yapabileceğiniz nice huzurlu günler ve geceler dilerim.

Şehnaz Tuna

11 Ocak 2015 Pazar

PEMBE SAKURAM: ÖYKÜ: SEVGİLİYE MEKTUP

PEMBE SAKURAM: ÖYKÜ: SEVGİLİYE MEKTUP: Sevmek, sevilmek... Hayvanlar dahil dünya üzerindeki her canlının ihtiyacı olan duygu. Vakti zamanında hepimiz sevdik, sevildik, kimimiz ha...

ÖYKÜ: SEVGİLİYE MEKTUP

Sevmek, sevilmek... Hayvanlar dahil dünya üzerindeki her canlının ihtiyacı olan duygu. Vakti zamanında hepimiz sevdik, sevildik, kimimiz halen seviyor ve seviliyor olabiliriz. Ama ne hikmetse bazen canımızı çok acıtanı seviyor, bizi gönülden seveni ise elimizin tersi ile itebiliyoruz. Öykümün karakteri piyanist Selin'in onu gerçekten çok seven Selim'e yazdığı mektubu okurken kendi hayatınızdan birşeyler bulursunuz belki...


                                                                                                  27 Kasım 2014
Selim, 

Bu zamanda kağıt kalemle yazılmış bir mektubu almayı bir yana bırak, o mektubun sana hayatının bir buçuk senesini beraber geçirdiğin kadın tarafından yazılmış olması daha da tuhaf değil mi? Neden bu yolu seçtiğimi bilmiyorum ama seçtim işte... Devir ne olursa olsun kağıt ve kalem bilgisayar klavyesinin tuşlarından daha gerçek, havaya savrulan kelimelerden de daha kalıcı geliyor bana. Kimbilir, belki de  kendime bile itiraf etmeye korktuklarımla kendi el yazımdan çıkmış bir yazı vasıtasıyla yüzleşmek için ya da belki de yüreğimden çıkan ama zihnimin çoğu zaman mühürlediklerinin, tarafımdan atılmış ıslak mürekkepten bir imza ile sahiplenmeleri için ama hepsinden önemlisi bu yazacaklarımı gözlerinin içine bakarak söylemeyi beceremeyeceğim için bu yolu seçtim galiba.

Dün çok kötü bir gece geçirdik. Her zaman saygılı ve anlayışlı olan sen, ilişkimizde ilk defa telefonumu karıştırmaya kalktın. Ben de tipik bir suçlu psikolojisiyle çığlık çığlığa bir krize girip, sana şiddet gösterdim. Şu an öyle üzgünüm ki. Bu gece de resitalime gelmedin. Her ne kadar gelmeni beklemiyor olsam da ruhumun ‘varlığına alışmış’ diğer tarafı izleyiciler arasında seni arattı umutsuz gözlerime. Seni üst üste bu kadar kırmışken o kalabalığın içinde gözlerinle buluşmak için niçin kıvrandığımın sebebini inan bu satırları yazdığım şu an bile halen çözemiyor, kendimle çelişiyorum. Fakat bil ki, kendisi zaten hüzünlü olan  ama benim çalmayı hep çok sevdiğim Beethoven’ın Ayışığı Sonatı’nı daha önce bu kadar derin bir hüzünle çaldığımı hiç hatırlamıyorum. En büyük korkumdu bir gün çalarken parmağımın değdiği her tuşun yüreğimi acıtacağını hissetmek. Bu gece öyle oldu işte. ‘Harakiri’yi bilirsin. Hani Japonya’da utanç verici bir suç işleyen birinin bu dünyaya onurlu bir şekilde veda etme şekli. İşte ben de bu gece sanki günah çıkarırcasına kalbime teker teker sapladım siyah beyaz tuşlardan çıkan her notayı. Beethoven, platonik aşkla sevdiği genç öğrencisine kavuşamamanın acısıyla bestelemiş bu parçayı. Ben ise beni gerçekten seven birini çok üzmüş olmanın verdiği acıyla çaldım bu gece Ayışığı Sonatı’nı. 

Sahnedeyken piyanonun tuşları ve nota defterinden başka hiçbir şey göremezsin. Ama bu gece ilk defa anlık da olsa seyircilere ait yüzlerce göz arasında en ön sırada oturan ufacık bir çocuğunkine kitlendi gözlerim bir anda. Oturduğu yerde hafiften kaykılmış, biraz uykulu ama halen ilgiyle beni izlemeye çalışan bir çift göz. Konser bittiğinde yol boyunca kafamdan silemedim çocuğun o görüntüsünü. ‘Hafızama neden bu kadar kazındı bu çocuk?’ diye sorup durdum kendime eve geldiğimde. Sana benziyordu çünkü. Bende kalmaya başladığın ilk haftalarda sana piyano çaldığım zamanlardaki halin geldi aklıma. Çok uykun gelmesine rağmen ağırlaşan göz kapaklarını zorla açık tutmaya çalışırdın. Benimle ilgili en ufak bir ânı bile kaçırmak istemezcesine. Sonra isimlerimizle ilgili keşfettiğin kelime oyununu ilk bulduğun günü hatırladım. Hani Bozcaada’ya gittiğimizde, meydandaki kahvaltı ettiğimiz çay bahçesinde kahve içtiğimiz o sabah... Selin ve Selim. İsimlerimizin ilk iki harfinden sonrasına v, g ve i harflerini ekleyince senin ismin ‘Sevgilim’ benimkisi ise ‘Sevgilin’e dönüşürdü. Buluşunun verdiği heyecanla  “Selin’im bak, sen benim sevgilim, ben de senin sevgilin oluyorum. Biz birbirimiz için yaratılmışız!” diye haykırarak çocuk gibi sevinmiştin bunu ilk fark ettiğinde. Otuz yaşında koca bir çocuk... Yoldan geçenler gülmüşlerdi senin o haline. İşte böyle sevdin sen beni. Çocukça bir saflık ve heyecanla, hiç bitmezcesine. Başka birinin hoyratça kırıp döktüğü kalbimin parçalarını usul usul bulup, özenle yapıştırmaya çalıştın aylarca sabırla. Şiddetli bir fırtınadan kurtulup zar zor limana yanaşmış bir gemi gibi darmadağındı ruhum sana sığındığında. Sakinliğin ne iyi gelmişti bana o boyumu aşan dev dalgalarla boğuştuktan sonra. 

Senin bana verdiğin koşulsuz sevgiyle iyileşip, kendine geldiğine inanan ama aslında hiçbir zaman toparlanmamış olduğunu şimdi şimdi anladığım ruhum senin beni böyle karşılıksız sevmene alıştı bir zaman sonra. Bense seni senin beni sevdiğin kadar sevemedim hiç Selim. Denedim ama olmadı. Sever gibi yaptım sadece. Sana olan gönül borcundan dolayıydı belki de yapmaya çalıştığım. Sense hep bana inanır gibi davrandın. Kimbilir, belki de benim de seni senin beni sevdiğin kadar sevdiğime inanmak istedin. Sen buna inanır gibi yaptıkça ben daha da çok zorladım seni zaman içerisinde. Sanki seni sevmediğimi zorla gözüne sokmak istercesine. Sanki beni yıkıp geçene olan öfkemin her zerresini seni acıtarak senden çıkarırcasına. Senin sevgini hor gördüm Selim. Bir yandan hor gördüm, diğer yandan da sütten kesilmek istemeyen bir bebek gibi korktum senden uzaklaşmaya. Uzaklaşırsam beni bir mıknatıs gibi kendine çekecek tehlikeden korktum. Ama bazı sonlar kaçınılmaz oluyor. Korktuğu her ne ise insanın başına er ya da geç geliyor. 

Dört ay önce kırkıncı yaş doğum günümü kutlamamızın hemen ertesinde gittiğim turnede Hakan’la karşılaştım ben Selim. Hani senin bin bir emekle derleyip toplamaya çalıştığın kalbimi yıkan, ruhumu darmadağın eden Hakan. Benim artık taşlaşmış diyerek kendimi kandırdığım eski sevdamın acısı ise bırak taşlaşmayı, hiç sönmemiş bir kor gibi yanıp duruyormuş meğer içimde. Onu gördüğüm an anladım. Sen beni onunla alakalı sorgulamamıştın da hiç. İncitmek istememiştin muhakkak. Şimdi düşünüyorum da keşke sorgulasaydın aslında. Keşke zorlasaydın beni biraz. Biz kadınlar öyleyiz . Zoru severiz hep. Sadece kadınlar mı? Değil mi ki tüm o tutkulu aşkların altında hep bir kavga, hep bir çekişme yatıyor. Erkekler de öyle belki de. Erkek de onu zorlayan kadına aşık oluyor. Tutkuyla seviyor, sevişiyor. Aşkından ölüyor, yeri geliyor aşık olduğunu öldürebiliyor. İnsanoğlu böyle. Acıyı mı seviyor ne? Kalbi binlerce kere kırılsa da vazgeçemiyor onu acıtandan. Paramparça olduğu yerden toparlayıp alıp kalbini, onu kırana geri emanet ediyor yeniden sonucunu hiç düşünmeden. Ne büyük ikilem! Benim de acısını bastırmaya çalıştığım o aşkın alevleri yeniden tutuşturmaya başladı beni. Dört aydır hem kendimle, hem de Hakan’a olan bu yıkıcı aşkımla savaşıyorum. Bu savaşın mağduru en az benim kadar sen de oldun. Üstelik senin hiçbir suçun yokken. Ben ne yapacağımı bilemedikçe sebep olarak seni üzdüm. Seni kırarak ve üzerek kaybetmek istedim ki ona gitmek için engelim kalmasın. Böyle bir döngüye soktum hem seni hem kendimi. 

Sen bu gece yoktun evet. Artık o kadar yıprandın ki, ben belki de seni zaten kaybettim. Ama, her şeye rağmen bana geri dönsen de bu ikilemle daha fazla yaşamak istemiyorum. Bu gece o koltukla oturan ve dağarcığındaki tüm kötülüğün seyrettiği çizgi filmlerden ibaret olan o çocukta seni gördüm ben. Masumiyetini, saflığını, bana olan karşılıksız sevgini gördüm yeniden. Benim için yaptıklarının karşılığında hak ettiğin ilişki bu olmamalı. Kalbim ve ruhum başka bir yerde iken sana bir sevginin hayalini yaşatmamalıyım. Sana son zamanlarda yaşattıklarımın açıklamasının daha onurlu bir sebebe dayanmasını ne çok arzu ederdim bir bilsen. Belki o zaman ikimizin de kalbi bu kadar acımazdı. Bu mektuba son noktayı koymak piyanoda son tuşa basmak kadar kolay değil. Sana diyeceğim son söz şu olacak Selim: Bir daha ne zaman Ayışığı Sonatı’nı çalsam ya da sana benzeyen masum bir çocuk görsem seni hep benim zamansız limanım olarak hatırlayacağım. Ben bilinmez yolculuğuma devam ediyorum. Belki batar, belki de sağ salim varırım gideceğim yere. Sana demirleyecek gemi ise hep sabit olsun!

Selin...


(Bu hikayede yer alan Beethoven'ın "Moonlight Sonata" bestesini hatırlamak ya da yeniden dinlemek isterseniz aşağıdaki bağlantıya tıklayabilirsiniz)

Şehnaz Tuna






6 Ocak 2015 Salı

PEMBE SAKURAM: KAHVEM, ......., VE BEN! BİRAZ KAR, BİRAZ KAHVE,...

PEMBE SAKURAM: KAHVEM, ......., VE BEN! BİRAZ KAR, BİRAZ KAHVE,...: Kahvem, Bilgisayarım ve Ben Boşluğu herkesin kendi hayal dünyasına göre doldurması için bıraktım. Kiminiz bu boşluğa kedim ya da köp...

KAHVEM, ......., VE BEN! BİRAZ KAR, BİRAZ KAHVE, BİRAZ NEW YORK...


Kahvem, Bilgisayarım ve Ben
Boşluğu herkesin kendi hayal dünyasına göre doldurması için bıraktım. Kiminiz bu boşluğa kedim ya da köpeğim yazacak, kiminizin kahve deyince aklına ilk gelen sevgilisi olacak, kiminiz kelimeyi gördüğünüz andan itibaren "Kahve mi? Sigaramsız asla!" diyeceksiniz. Bana bu aralar kahvemin yanında en çok bilgisayarım eşlik ediyor. Kimi zaman öyküler yazarak bambaşka dünyalara gidiyorum, kimi zamansa bloğumda anılarımı ölümsüzleştirmek için basıyorum klavyemin tuşlarına.

Karda New York
Bugün, kahvenin bir çoğumuza çok anlamlı geldiği günlerden biri oldu hiç kuşkusuz. Günlerdir biraz da heyecanla beklediğimiz kar, şehrimizi bembeyaz bir yorgan gibi örtmek için bu sabahtan itibaren hazırlıklarına başladı. Kar, gençler için okul günü öğlene kadar uyuyacakları bir fırsat, çalışanlara piyangodan çıkmış bir tatil, ev hanımları içinse tüm ailenin bir arada olacağı huzurlu bir gün demek. Son birkaç senedir benim için kar demek New York demek. Yaşayanlar bilir, New York'ta bir başka yağar kar. O "hiç uyumayan" şehir romantik bir huzura gömülür kar yağınca. Bir başka keyiftir karın yumuşak soğuğunda Central Park'ta yürümek. Film karesinde gibi hissedersiniz kendinizi Bryant Park'ta buz pateni yapanları seyrederken. Ve tüm bunlara eşlik eden kahve kokusu... Günün her saati her köşeden alabileceğiniz "kavrulmuş" kahve kokusu. Penn Station'daki Mc Donalds'dan sabahın köründe treni kaçırmamak için koşarken alelacele aldığım kahvenin tadı ayrı, Jean-Georges'da kış güneşinin vurduğu uzun bir öğle yemeğinden sonra içtiğim kahvenin tadı ayrı yer etmiştir damağımda ve zihnimde.

Kahvede Üçüncü Dalga Akımı
Sadece New York değil, Avrupa ülkelerine gittiğimde de asırlara dayalı bir kahve geçmişi olan ülkemizde kahvenin neden biraz daha ön planda olmadığı konusu zihnimi hep kurcalamıştır. Bizde kahve dükkanları konsepti Starbucks'la başladı Hemen arkasından gelen Kahve DünyasıCafe Nero, Robert's Coffee ve Caribou gibi markalara da artık hemen hemen her alışveriş merkezi ve ana caddede rastlamak mümkün olmaya başladı ki bu markalarla başlayan kahve tüketimi "kahvede ikinci dalga akımı" olarak sınıflandırıldı. Kahve tüketiminde ilk dalga sadece kahveyi tüketmek odaklıydı. İkinci dalgada asıl vurgulanan kahveden keyif almak oldu. Espresso bazlı içecekler bu dalganın başını çekti. Ama gerçek kahveseverleri bir müddet sonra -tabiri caizse- bu da kesmemeye başladı. İşte bu noktada tüm dünyada gittikçe yayılmaya başlayan "kahvede üçüncü dalga akımı" ülkemizi de etkisi altına almaya başladı. Bu dalgada kahveye tıpkı şarap gibi yaklaşılmakta. Kahvenin çekirdekten bardağa olan sürecinin adım adım takibinden tutun da, binlerce farklı çekirdeğin tadımı ve "soğuk damıtım" (cold brew) dediğimiz alternatif damıtım ve pişirme şekilleri ön plana çıkmaya başladı. Bu konuda internette  oldukça aydınlatıcı bilgiler var. 


Ben bugün Nişantaşı'ndaki Coffeway'in sımsıcak "espresso"sunu karlar altında yudumlarken kahve konusunda New York'tan artık çok da uzakta olmadığımızın farkına vardım. 

Bu güzel kar tatilinde buharı üstünde sımsıcak kahveniz ve sevdiklerinizle olmanızı dilerim.

Şehnaz Tuna

4 Ocak 2015 Pazar

PEMBE SAKURAM: ÖYKÜ: ARALIK

PEMBE SAKURAM: ÖYKÜ: ARALIK: Bu soğuk havada biraz da hüzünle okuyacağınız öyküm "Aralık" ta bir balıkçının hikayesini yazdım.  Tam tamına kırk dört saat ...

PEMBE SAKURAM: "AN" I YAKALAMAK MI? YOKSA ASLINDA "AN" MI BİZİ YA...

PEMBE SAKURAM: "AN" I YAKALAMAK MI? YOKSA ASLINDA "AN" MI BİZİ YA...: - Hep "anı yakala” derler ya? Bilemiyorum, ben tam tersini düşünüyorum. Biz değil de bu anlar sanki bizi yakalayan. - Evet. Evet...

3 Ocak 2015 Cumartesi

"AN" I YAKALAMAK MI? YOKSA ASLINDA "AN" MI BİZİ YAKALIYOR?


- Hep "anı yakala” derler ya? Bilemiyorum, ben tam tersini düşünüyorum. Biz değil de bu anlar sanki bizi yakalayan.

- Evet. Evet biliyorum, sabit bir şey. Bu anlar, sanki, her zaman şimdiymiş gibi.


 "Boyhood" (Çocukluk) filmini izleyenlere oldukça tanıdık gelmiştir bu replik. Before Midnight filminin yönetmeni Richard Linklater'in başından sonuna kadar aynı oyuncu ekibiyle 12 senede çektiği 165 dakikalık bu film, gerçek zamanlı anlatım özelliğiyle bir erkek çocuğunun 6 yaşından 18 yaşına dek uzanan yaşam evrelerini gerçek hayattan alınmışçasına uzun bir kesit olarak izleyicinin gözleri önüne seriyor. Oscar yarışında da iddialı olacak Boyhood biraz durağan olmakla beraber -filmle alakalı daha fazla ipucu vermemek adına akışın tam olarak neresinde yer aldığını belirtmek istemediğim- iki genç arasında geçen bu replik, üzerinde düşünmeye oldukça değer geldi bana.


"Carpe Diem" söyleminin biz 80'liler jenerasyonu icin manası büyüktür. Olağanüstü oyuncu, rahmetli Robin Williams'in 1989 yapımı "Dead Poets Society" (Ölü Ozanlar Derneği) filminde çok sıkı ve disiplinli bir erkek okulunda, kendine özgün karakteriyle oldukça başarılı bir edebiyat hocası olan John Keating rolünde sıranın üzerine çıkıp öğrencilerine "Günü Yakalama", "Anı Yaşama" (Carpe Diem)  üzerine yaptığı konuşmanın yer aldığı o teatral sahneyi hatırlamayan yoktur diye düşünüyorum. Hatta bir dönem tüm o repliği ezbere bilenlerimiz bile vardı aramızda. Bu şahane filmle bir çoğumuzun belleğinde daha da derinleşip yerini sabitleyen "Anı Yakalama" olgusu zaman içinde bir çok kişisel gelişim kitapları, 'içsel farkındalık' çalışma ve söyleşileri ve hatta başka filmlerde de karşımıza çıktı. Daha sonra 2014 yılında Linklater, "Peki, ya bunun tam tersi doğruysa?" olgusunu bizlere sorgulattı. Yani aslında yaşam sürecimizde biz "an" ı değil de "an" bizi yakalıyor olabilir miydi?

Ölü Ozanlar Derneği "Carpe Diem" Sahnesi
Niyetim felsefe yapmak değil. Bana göre felsefe varoluştan bu yana çok karmaşık birçok olgu ve sürecin irdelenmesinde harika bir araç olduğu gibi bazen de oldukça basit bir olguyu fevkalade karmaşık bir hale getirebilmekte. Dolayısıyla ben bu konuya kendim ve etrafımdakilerin yasamış olduğu deneyimlerden yola çıkarak biraz daha sağduyusal yaklaşmayı tercih ettim. Anı yakalamak mı yoksa anın bizi yakalaması mı sorusunu her iki filmin de ışığı doğrultusunda cevaplamaya çalıştığımda benim kafamda söyle bir tablo belirdi. Ölümle daha sık yüzleşmeye başladığımız orta yaşlarda anı yaşamak ya da yaşanan güzel anları yakalayabilmek insan hayatında çok daha önemli bir hale geliyor. İşte belki de bu yüzden orta yaşlardaki Keating karakteri böyle muazzam bir coşku seli içerisinde genç öğrencilerine bu olguyu vermeye çalışıyor. Gençlerin dünyayı algıları ise biraz daha farklı oluyor. Onlara göre yaşam önlerine yaşanacak bir sürü "an"lar sunmuş bir serüvenden ibaret. Dolayısıyla, Boyhood'daki iki genç karakterin nitelendirdiği o sabit anlar belki de hayatın insanoğluna sunduğu, sunacağı ve kişiyi yakalayacak olan anlar. Her ne kadar birbirinin zıttı gibi gözükseler de tıpkı Yin Yang felsefesindeki her zıtlıkta olduğu gibi bana göre bu iki olgu da birbirini tamamlıyor aslında. Evet, o anlar orada sabit  duruyorlar belki ama her birimizin geleceği de bir muamma. İşte bu yüzden bizi yakalayan "an"ları, bizim de o "an"ı yaşarken yakalayabilmemiz ve hatta daha genel bir deyişle kıymetini de bilmemiz önemli olan. Bu çerçevede düşünüp sorguladığımda "bizi yakalayan anı yakalayabilme" döngüsü tıpkı ölüm-doğum, sevinç-hüzün, sıcak-soğuk gibi hayatın birbirini tamamlayan anlamlı döngülerinden biri olarak benim düşünce hazneme eklenmiş oldu.

Hayat süreçlerinizde sizi yakalamış değerli anlarınızı, en dolu şekilde yaşayabilmenizi temenni ederek CARPE DIEM diyorum...


Şehnaz Tuna