29 Aralık 2014 Pazartesi

PEMBE SAKURAM: HAYAT SANA TEŞEKKÜR EDİYORUM !

PEMBE SAKURAM: HAYAT SANA TEŞEKKÜR EDİYORUM !: Her ne kadar "Tüm haftasonu ödevlerini Cuma'dan bitiren" öğrenci tipi olsam da okul öncesine denk gelen Pazar günlerini hü...

HAYAT SANA TEŞEKKÜR EDİYORUM !

Her ne kadar "Tüm haftasonu ödevlerini Cuma'dan bitiren" öğrenci tipi olsam da okul öncesine denk gelen Pazar günlerini hüzünle karışık bir kasvet ve karamsarlıkla geçirirdim. Uzun süren okul hayatımın bitimini takip eden Pazar'lar artık eskisi gibi hüzün vermemeye başladılar. Hatta ilerleyen zamanlarda Pazar günleri, arkadaşlarla balıkçıya gidilip keyif yapılacak, hafta içi uğraşmaya vakit bulunamayan, (albüm yapma, makyaj malzemeleri organize etme, oje sürme, kütüphaneyi düzeltme gibi) ıvır zıvır ama zevkli işlerle uğraşılacak ve hatta kimi zaman hiçbir şey yapmadan kışın battaniye altı, yazın ise havuz kenarında miskin miskin yatılarak tembelce zaman geçirilecek bir gün kategorisine girerek haftanın en sevdiğim günlerinden biri haline geldi. Ardımızda bıraktığımız Pazar da onlardan biriydi. 

Bugün canım kızım Deniz (Denom), onun dünya tatlısı "kanka"larından ikisi, Leyla ve Yasmin,  üvey kızım Melda (Türkçe'de bağımızı tanımlayacak başka bir kelime henüz var olmadığı için sevmesem de mecburen bu antipatik terimi kullanmak zorunda kalıyorum. Ne fena! Gerçi geçenlerde Melda beni birisine "kardeşimin annesi" diye tanıştırmıştı. Ben de "kızımın ablası" diyebilirim mesela. Fena fikir olmayabilir :)) ve ben bu yıl ilki düzenlenen "mis gibi" bir festivale katıldık. İstanbul Kahve Festivali... Diğer yazılarımda olduğu gibi bu sefer de festivalin ayrıntılarına girip zaten internet sayesinde her yerden ulaşılabilecek bilgilerle sayfayı doldurmayacağım. Benim için bu festival, anı depomda yerini alacak özel bir günün keyifli bir aracı oldu. Onsekiz sene önce dünyaya getirdiğim bebeğimin hayata adım atmaya hazırlanan genç bir kız,  babasıyla evlendiğimde henüz on yaşında olan, gözünde kalın camlı gözlükleriyle, kocaman kocaman gülen, "Şehnaz Abla, Şehnaz Abla" diyerek meraklı meraklı sorular soran o minicik, esmer kız Melda'nın ise bugün genç bir iş kadını olarak yanımda bana eşlik etmeleri, onlara pek hissettirmediysem de beni çok duygulandırdı. Onlarla sohbet edebilmenin, bir kahveyi tadabilmenin, fikir alışverişinde bulunabilmenin, yeri geldiğinde muziplikler yaparak kahkahalarla gülebilmenin ölçülebilir bir bedeli gerçekten yok. Fikrimce, bu sene ilki yapılan İstanbul Kahve Festivali'nin -ziyaretçi kalabalığını gözönünde bulundurduğumda- devamı muhakkak gelecek. Ama bugünün aynısı aynı ekiple, aynı şekilde bir daha yaşanmayacak. İşte ben de bu yüzden yaşandığı esnada oldukça sıradan gözüken ama aslında bir daha eşi benzeri olmayacak deneyimlerimi kalemim elverdiğince bloğuma kaydediyorum. 

Denom, Tinky, Ben ve Melda

Yasmin, Denom, Tinky, Ben, Melda ve Leyla

Herkes gibi benim de hayatımın sürüyle iniş çıkışları oldu. Halen de olmakta. Hayattaki en büyük gayem ise, mutluluğumun kıymetini bilmek, mutsuz zamanlarda ise olabildiğince yıkılmadan ayakta kalabilmek. Yaşamın koşturmasında bazen çok basit mutlulukları atlayabiliyoruz. İşte ben kırklı yaşlarımla beraber hayat terazimin mutluluk tartısını daha çok doldurmaya çalışıyorum. Fark etmeye çalıştıkça da aslında hayatın bana ufak ufak da olsa gizliden gizliye ne kadar çok mutluluk bahşettiğini görüyorum. Ve işte bu yüzden:

"HAYAT SANA TEŞEKKÜR EDİYORUM !"

Denom ve Ben



Şehnaz Tuna



27 Aralık 2014 Cumartesi

PEMBE SAKURAM: AVRUPA'DA CHRISTMAS... ÜSTELİK SADECE BİR FERİBOT ...

PEMBE SAKURAM: AVRUPA'DA CHRISTMAS... ÜSTELİK SADECE BİR FERİBOT ...: Seyahat etmeyi seviyorum. Hoş, kim sevmez ki? Bence seyahat ve gezme tutkusu insanoğlunun yaradılışında var. Sırf ağlayan bebeklerini su...

AVRUPA'DA CHRISTMAS... ÜSTELİK SADECE BİR FERİBOT MESAFESİ UZAKLIKTA!


Seyahat etmeyi seviyorum. Hoş, kim sevmez ki? Bence seyahat ve gezme tutkusu insanoğlunun yaradılışında var. Sırf ağlayan bebeklerini susturabilmek için onları arabaya bindirip mahallede birkaç tur yapan çok anne baba bilirim. Ufacık çocuklar değil midir hep dışarı çıkmaya bayılan? Evden çıkıp gidilecek olan yer başka bir ev olsa dahi. Aslında küçük yaşlarımızdan itibaren yaptığımız bu gezintilerin hepsi minik birer seyahat. Yaş büyüdükçe formatlar değişiyor. Gençlikte sırt çantasıyla yapılan kısıtlı bütçeli turlar ileriki yaşlarda yerini biraz daha konfor odaklı gezilere bırakıyor. Hoş, kimi maceraperest kişilikler yaşları kemâle ermiş olsa dahi sırt çantaları omuzda, yelkenli veya motosikletlerine atlayıp dünyayı keşfe çıkabiliyorlar ki onları da müthiş takdire şâyan buluyor ve hatta çoğu zaman imreniyorum. 


Bir dönem iş gereği Çeşme’de çok sık bulunduğumuzdan dolayı komşu Yunanistan'a ait Sakız Adası’nı birkaç defa ziyaret ettim. Bu sene de "Hadi bu yıl Christmas'ı Avrupa'da geçirelim!" esprisiyle başlayıp ani şekilde yapılan bir program sonucu 24 Aralık akşamüstü saat 5’de Sakız Adası’na giden feribotta yerimizi aldık :) Aslında Christmas (bildiğimiz diğer adıyla Noel)  her yıl 25 Aralık tarihinde Hz. İsa’nın doğumunun kutlandığı bir Hristiyan Bayramı. Kutlamaların 24 Aralık’ta arife gecesi olarak başladığı Noel, 20. yüzyılın başlarından itibaren diğer dinlere mensup ülkeler tarafından da kutlanan özel bir gün haline gelmiş. Biz de ülkemizde cadde ışıklandırma, dükkân ve ev süsleme faaliyetleriyle sembolik olarak kutladığımız Christmas şenliklerini yerinde yaşayabilmek için yola koyulduk. Oldu da bir fırtına çıksa her an alabora olabilecek hissini veren ama aslında oldukça dayanaklı bir Yunan feribotuyla yaklaşık 40 dakika süren bir yolculuk sonrası Sakız Adası’na ayak bastık. 

Sakız Adası

Christmas günü tüm dükkânlar kapalı olacağı icin iner inmez çarşıya uğrayıp ufak tefek yerel ürün (şarküteri, peynir, sakızlı sabun, şampuan, mum, vb.) alışverişimizi yaptık. Liman manzaralı otelimizde gecenin temasına uygun bir şekilde hazırlanıp sahilde yer alan tavernaya gittiğimizde saat 9'a gelmesine rağmen mekânın -hem de böyle bir özel gecede- henüz bomboş olduğunu görünce oldukça şaşırdık. Akşam yemeğini çok da erken yemeyen bir millet olmamıza rağmen bizle beraber gelen ilk beş masanın beşi de Türk’tü. Sakız Adası yerlilerinin gece 10’dan sonra gelmeye başladığı tavernada kişi başı limitsiz yemek ve içkinin 60 Euro, 50 adet tabak kırmanın fiyatı ise 50 Euro'ydu. Hal böyle olunca ve biz Türkler de tabak kırmayı abartınca çalınan parçaların yüzde 80'inin Türkçe olması pek tabii ki kaçınılmazdı :) Aslına bakarsınız sadece müzik değil, masada bulunan Yeni Rakı logolu kadehlerde servis edilen Uzo, yemek sonrası ikram edilen ve Türk kahvesiyle hemen hemen aynı tada sahip Yunan kahvesini (gerçi ben bizim kahvenin lezzetini hiçbirisiyle değişmem, o ayrı) içince pek de yurttan uzaklaşmış gibi olmuyor insan. Ama biz yine de 24 saatten az kaldığımız bu minik adada Yunan’lı komşularımızın bu çok özel gecesinin eğlencesini onlarla beraber yaşayarak Avrupa havasını az da olsa solumuş olduk. Üstelik oldukça da ekonomik bir şekilde. 









Dönüş yolunda, gün batımına doğru koyu laciverte çalmış rengiyle, ufkun kızıla dönmüş çizgisini yakalamaya çalışan Ege Denizi'ni hayranlıkla seyrederken kendimi çok ama çok iyi hissediyordum!

Çeşme'ye dönüş feribotunu beklerken yine
 bir dört ayaklı dost buldum kendime :)


Şehnaz Tuna

23 Aralık 2014 Salı

PEMBE SAKURAM: ÖYKÜ: PARDON ANNE...

PEMBE SAKURAM: ÖYKÜ: PARDON ANNE...: Yazmaya başladıkça farkettim ki ben genelde hüzünlü öyküler yazmayı seviyorum. Bu seferki biraz farklı bir öykü. Başağrısıyla uyanan genç b...

ÖYKÜ: PARDON ANNE...

Yazmaya başladıkça farkettim ki ben genelde hüzünlü öyküler yazmayı seviyorum. Bu seferki biraz farklı bir öykü. Başağrısıyla uyanan genç bir kadın bir  gece önce neler olduğunu hatırlamaya çalışır...


PARDON ANNE...

Başım zonkluyor. Kafatasımın içinde beyin değil de bir kaya parçası var sanki. Boynumdan üstü bana ait değil gibi. Oldu da kaldırmaya çalışsam kafamı azıcık, zaten çok ince olan boynumun başımı taşıyamayıp çat diye kırılacağından korkuyorum. Hiç hareket etmesem mi? Başım öyle şiddetli ağrıyor ki kafamın içinde eli baltalı bir cüce var da, var gücüyle vuruyor sanki beyin yerine geçmiş o kaya parçasına. Un ufak etmek istercesine. Beynim taşlaşmış olabilir mi gerçekten? “Kendine gel Âsiye! Beynin taş olsa tüm bunları nasıl düşüneceksin?”
Sussun şu şarkı da artık. Nereden yapıştı zihnime böyle? Melodisindeki hiçbir nota da detone olmaksızın yankılanıyor kafatasımın duvarlarında: “Gün ağarınca kalkamaz birden, o yattığı sert kuru yerinden. Bir baş ağrısı ense kökünden. Acır kendine başlar yeniden. Her kadehte bin isyan şahlanır. Bir isim bir aşk daha silinir yine gönlünden.” Neydi sözlerin devamı?

Perdenin aralığından ışık sızdığına göre gün ağarmış olmalı. Ağarmış da saat kaç? Akşamüstüne kadar uyudum mu yoksa yine? Saat de yok ki bakayım. Cep telefonum nerede? Tükürük bezlerim saatlerdir çalışmamış gibi. Ağzım kupkuru. Dilimde yıllardır almaya mecbur olduğum o sarı hapların bıraktığı pas tutmuş demir tadı var. Bir yudum su bile içemeyecek kadar bulanıyor midem. “Sakin ol Âsiye. Derin nefes al! Hatta burundan al, ağızdan...” Yok yok! Tam tersi olacaktı. Ağzımdan alıp burnumdan vermeliydim nefesi. Mide bulantısı kesiliyordu öyle yapınca. Dün gece neler olduğunu hatırlamam lazım. Ama beynimi zorladıkça zonklama daha da şiddetleniyor. Külçeleşti kafam iyice. Tepeye bakıyorum hareket etmeden. Kireç beyazı boyanmış tavanıma asılı, içi tek tük ölü sinek dolmuş, sağ köşesi çatlamış lambam tanıdık. Neyse ki şu an kendi odamdayım en azından. Bu iyi. Yavaşça kalkmayı denesem? Kussam rahatlar mıyım acaba? Kusmak korkutuyor beni. On iki yaşımda beynimde tümör teşhis edildiği zaman da kusuyordum hep. Sonra alelacele ameliyata almışlardı. Ameliyattan sonra bayağı uzun bir müddet yatırmışlardı beni. Yataktan ilk kalkmam gerektiğinde annem, “Uzun süre yattıktan sonra önce kafanı kaldırmalısın yavaşça. Daha sonra bedenini. Ani kalkma ki başın dönmesin.” demişti. Nedense bunu hatırlayıverdim şimdi. Annemin bana karşı şefkat içeren nadir cümlelerinden biri. Kızını düşündüğüne dair sarf edilmiş toplasan altı yedi kelime.
Hadi bir gayret!...
Yok! Mümkün değil. Kafamı sadece bir karış kaldırabildim. Fıldır fıldır dönüyor odamın küf sarısı boyalı duvarları çevremde. Sanki oda oda değil de dönme dolap. Ya da dev dalgalı denizde gitmeye çalışan bir transatlantiğin kamarasındayım ben.

“Her tüketilmiş sarhoş geceden. Tek şey anımsar eski günlerden.” Bu şarkı da lanetli mi ne?  Mısra mısra aklıma gelmeye devam ediyor. Üstelik düşünmek istemedikçe beynimi daha da çok işgal ediyor sanki. Gerçi bir yandan da hatırlamaya çalışıyorum sözlerin devamını elimde olmadan. Ne biçim ikilem bu!!! Beni bu dünyada en iyi anlayan insan olan psikoloğumun anlattığı “mor fil düşünmeme” deneyi gibi. Birine “Mor fil haricinde her şey düşünebilirsin” talimatı verildiğinde kişi kendine engel olamadan sadece mor bir fil resmediyormuş zihninde. “Bir çift mahzun göz, uysal hüzünlü. Biraz kaderci, ürkek, çekingen...” Gözlerini hatırladım şimdi bir anda. Sinsi bakışlarını. Mahzun falan değildi onun gözleri. Çekik ve tatar, derin deniz mavisi gözleriyle bakışları çok etkileyiciydi güya! Yandan cetvelle çizilmişçesine düzgün ayrılmış saçları, Yunan heykellerine benzeyen vücudu ile kahraman doktorumuz İsmail Bey! Beynimdeki tümörü ameliyat edip, beni ölümden kurtarmış adam. Nasıl aşık olmuştum ona o saf genç kız kalbimle. Ama “Tatar gözlü sevgilisi” oldu sonradan annemin. Şimdiki Âsiye olsam o gözlerini oyardım senin İsmail! Arkadaşına, “Gözüm ondan başkasını görmüyor” dediğini duymuştum bir defasında annemin. Görmedin de anne! Benim duygularımı hiç anlamadın.

Gözlerimi kapadım, mavi kırçıllı battaniyenin altına girerek... Battaniye çıplak vücuduma batıyor. Rahatsızım.

On altı yaşlarında ya var ya yoktum. Sıradan, kasvetli, yalnız gecelerimden biriydi. Annem kapıma vurarak odama girdi.
“Biraz konuşalım mı?”
“Çok mu önemli? Uykum var.” dedim, adımın anlamına yakışan âsi bir tavırla yorganı üstüme çekerek. Aslında biliyordum hayatındaki adamın İsmail olduğunu bana şu an itiraf edeceğini (o sabah arkadaşıyla gizlice konuşurken duymuştum zaten) ve bunu da damdan düşer gibi söyleyeceğini. Her zaman öyle yapmadı mı? Her istediğini bencilce, kendi istediği zaman ve şekilde söyleyip yaptı. Ameliyatımın hemen ertesinde ben henüz nekahet sürecindeyken beni bırakıp gitmemiş miydi? Neden? İşi için. Ne işiyse? Çok önemli iş kadınıydı sanki! Canım babam bakmıştı bana. Alışamadım onun ölümüne ve yokluğuna aradan üç sene geçmesine rağmen. Keşke şimdi bu kapıdan annem yerine babam girseydi de kucaklasaydı beni. Gittiği uzak yerlerden yetişip kıvrılıverseydi yanıma da uyusaydı benle eskiden yaptığımız gibi. Keşke onun yerine annem... “Her an koşardı canı yürekten. Ne zaman isteyip arasa en uzak yerlerden.” Pes artık ama! Yeter! Bu şarkı anılarımda bile araya giriyor.

Yine kapadım gözlerimi. Bu sefer daha da sıkı kapadım ki anılarımla aramıza hiçbir şey giremesin diye. Keşke beynimin bir şalteri olsa da şak diye indirsem sırf şu şarkıdan kurtulmak için.

Beni umursamadan devam etti: “Âsiye babanı ne kadar özlediğini biliyorum. Üzüntünü de anlıyorum ama ben de artık daha fazla yalnız kalmak istemiyorum. Hayatımda birisi var. Sen de tahmin ediyorsun az çok kim olduğunu. Senden daha fazla saklamak istemiyorum. Ama senin onayın da çok önemli benim için.”
Hah! Kimi kandırıyorsun anne sen ya? Ben senin, sırf tutucu ailen uygun görüp istedi diye evlendiğin ve hiçbir zaman çok sevmediğin bir adamdan dünyaya getirdiğin, varlığımdan dolayı gençliğini yaşayamadığın kızınım. Benim onayım mı önemli senin için? Yine o meşhur ağlamayla karışık gülme krizime sokma istersen beni. Babam öldü ama arkasında beni bıraktı. Bir çuval yük gibi. Sanki çok umurundaydım. Bunu hiçbir zaman açıkça söyleyemedin tabii ki bana. Ama ben hep biliyordum işin asıl yüzünü. Koyduğun isimden belli. Âsiye! Kim gider de kızına “isyankar” ve “üzüntülü” anlamına gelen bir isim koyar. Şimdi de kendi kendine ilgili anneymiş gibi davranıyor bana. Cevap bile vermedim. Duymak istemiyordum daha fazla bir şey. Ümitsizce bir omuz silktim sadece. İçim acımıştı ama çok.

Bir iki ay sonra da “O” yaşamaya başladı bizimle. Annemin tatar gözlüsü. Beynimle oynayan adam. Annemi benden alan sinsi adam. Acaba babam yaşarken de ilişkileri var mıydı? O zaman çok ufaktım, bilemezdim ki? Belki de babamı onlar öldürdüler beraber olmak için. Bunu da sonraları düşünmeye başladım. Neden olmasın? Annem sevmiyordu babamı zaten. Sevgilisi de doktor. Filmlerde olmuyor mu böyle şeyler! Ani kalp krizi deyip geçiştirdiler belki de!
Ve ayrılıklar bitmez öğütür. Ve gölgeler siner ömrüne kaçar kendinden.

Üff...Titremeye de başladım şimdi. Çıplağım diye üşüdüğümden mi yoksa psikoloğumun dediği gibi sinirsel mi? O da bana her olup biteni sinirlerime bağlıyor. Kafam karışıkmış  biraz güya. “Gel-git”lerim varmış. Görmeyeceğim onu da artık daha fazla. Gayet iyiyim ben. İhtiyacım da yok ona ayrıca. Benimki tipik bir çocukluk travması işte. Erken yaşta tehlikeli bir ameliyat. Hemen sonrasında çok sevilen babanın ölümü. “Bana çok üzülüp öldü” diye duyulan suçluluk hissi falan. Sonra anne evlenir. Çocuk anneyi paylaşmak istemez. Kıskanır. Ama bunların hepsi de geçmişte kaldı sonuçta. Psikologluk bir şeyim yok benim!

“Alo, anne! Cep telefonum nerede ben de bilmiyorum o yüzden açamadım.”
“Yok, iyiyim ben. Biraz başım ağrıyor anne.”
“Aldım ilaçlarımı tabii.”
“Tamam ihmal etmem. Hep alıyorum.”
“Almayınca kötü oluyorum, biliyorum anne. Sen hiç merak etme.”
“İçki falan içmedim. Biliyorum ters etki yapıyor.”
“Tamam anne.”
“Ben de seni anne!”

Telefonu yerine koyarken sırayla önce yerdeki boşalmış viski şişesi gözüme çarpıyor, sonra yarısı yere saçılmış sarı haplarım... Biraz ötede yer yer seyrelmiş eski kilimin üstünde açık duran, Sezen Aksu’nun “Firuze” albümü. Belli ki tüm gece aynı şarkıyı dinlemiş durmuşum.

Yıllardan beri hep o hayali. Taşır sırtında bir yük misali. Sarar pişmanlık,  şöyle inceden. Yorgun, utançlı. Başlar yeniden...

Battaniyenin altında kaybolmak istiyorum. Bir kez daha yorgun, belki bininci defa düşüncelerimden pişman. Affet beni anne. Seni seviyorum...


(Bu hikayede yer alan Sezen Aksu'nun "Ayrılıklar Bitmez" parçasını hatırlamak ya da yeniden dinlemek isterseniz aşağıdaki bağlantıya tıklayabilirsiniz)
Ayrılıklar Bitmez - Sezen Aksu

Şehnaz Tuna














17 Aralık 2014 Çarşamba

PEMBE SAKURAM: 17 ARALIK "ŞEB-İ ARÛS": ÖLÜMÜN DÜĞÜNE DÖNÜŞTÜĞÜ Bİ...

PEMBE SAKURAM: 17 ARALIK "ŞEB-İ ARÛS": ÖLÜMÜN DÜĞÜNE DÖNÜŞTÜĞÜ Bİ...: Yaklaşık sekiz bin kişinin doldurduğu salonda ışıklar yavaş yavaş kararmaya başlıyor.  Neyzenin nefesinden çıkan hüzünlü melodiyle beraber ...

17 ARALIK "ŞEB-İ ARÛS": ÖLÜMÜN DÜĞÜNE DÖNÜŞTÜĞÜ BİR GECE...

Yaklaşık sekiz bin kişinin doldurduğu salonda ışıklar yavaş yavaş kararmaya başlıyor.  Neyzenin nefesinden çıkan hüzünlü melodiyle beraber ağır ağır yükselen tasavvuf müziği binlerce kalbe dokunuyor. Coşkuyla karışık bir hüzünle gözler doluyor, kiminin tutamadığı gözyaşları ince bir sicim halinde yanaklarını okşayarak yere dökülüyor. İşte tam o sırada pelerinleri üzerinde 46 semazen ağır adımlarla adeta süzülürcesine sahnenin ortasındaki devasa çemberin çevresinde onlar için dizilmiş postların üzerine usulca yerleşiyor... Törenin bundan sonrası ise tam anlamıyla huşu içinde geçen, zaman kavramının yitirildiği, saygı ve sevginin somutlaşıp şekil aldığı, beyazlar içindeki semazenlerin Allah aşkı ile sema ettikleri muazzam bir görsel şölen haline dönüşüyor...


Hazreti Mevlana'nın ölümünün, Allah'a ve sevgiliye kavuşması olarak anıldığı ve kutlamaların yapıldığı Şeb-i Arûs'un asıl tarihi 17 Aralık. Günümüzde bu törenler her yıl 7-17 Aralık tarihleri arasında Konya ilimizde gerçekleştirilmektedir.  Biz de 13 Aralık Cumartesi gecesi annemle beraber, Konya'nın 10 bin kişilik Spor ve Kongre Merkezi'nde Mevlana'nın 741. Vuslat Yıldönümü sebebiyle düzenlenen törene katıldık. İkinci kere yaptığımız Şeb-i Arûs gezimiz bu sefer her ikimiz için oldukça farklı bir deneyim oldu. Bu seneki seyahatimizi bir tur çerçevesinde yaptık. İyi ki de öyle yapmışız. İki gün bir gece süren bu kısacık haftasonu gezisinde birbirinden değerli insanlar tanıdık. "Deep Nature Tur"un çiçeği burnunda baba olmuş rehberi Mahir Karakuş gereksiz ve kafa karıştırıcı terimler kullanmadan bizleri tüm seyahat boyunca gayet yalın ve akıcı bir şekilde bilgilendirip, yaptığı esprilerle turumuza renk katarken, şöförümüz Ümit Bey de bizlere her konuda yardımcı oldu.

Ben de bu güzel Konya seyahatimden bana kalanları -merak edip de okuyacak olanları sıkmadan-   yazmak üzere bilgisayarımın başına oturdum ve başladım klavyemin tuşlarına basmaya... Bir unutulmaz anım daha bu sayede ölümsüzleşecek "Pembe Sakuram" bloğumda!

Konya

Şehrin ismi "İkonium"dan geliyor. Rivayete göre halk şehre dadanan bir ejderhayı öldüren kahramana teşekkür amacıyla şehrin girişine onun ikonunu dikiyor. Burdan "İkonia" adını alan şehir zaman içinde Konya haline dönüşüyor. Konya'nın coğrafi özelliği oldukça ilginç. Anadolu milyonlarca yıl önce eski bir deniz tabanıymış. Konya da bu tabanın en alt katmanlarından biriymiş. Dolayısıyla dümdüz bir yapıya sahip olan şehirde deprem korkusu diye birşey yok. Gelgelelim, şehrin her an yüzleşebileceği başka büyük bir tehlikesi var. Obruk adı verilen çukurlar yeraltı sularının azalmasıyla çökmeye yol açabilmekteymiş. Böyle bir çöküntü de deprem kadar tehlikeli olabilmekteymiş.

MÖ 3000'lere dayanan köklü bir tarihe sahip olan Konya'nın ticaret yolu üzerinde olması da onun önemli bir şehir olma sebeplerinden biri. Milattan sonra Roma etkisinin de başladığı kent Hristiyan dini için de önemli bir bölge halini alıyor. Konya'nın Türk hakimiyetine geçmesi 1100'ler civarı olmasıyla beraber şehrin Türk topraklarına tam anlamıyla katılımı Fatih Sultan Mehmet zamanında gerçekleşiyor. Konya, Selçuklular'ın en fazla eser bıraktığı yer. Biz de bu kısa gezide birçok önemli yapıyı görme imkanı bulduk. 

Karatay Medresesi

Karatay Medresesi
Taç Kapı Girişi
Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat, Mevlana'nın babası olan ve o dönemin değerli alimlerinden Bahaeddin Veled'i bir ilim ve kültür merkezi haline getirmeye çalıştığı Konya'ya getirtebilmek için oldukça ısrarlarda bulunmuş. Birçok alim ve ulemanın teşrif ettiği şehirde oldukça fazla medrese inşa edilmiş. Emir Celaleddin Karatay tarafından 13. yüzyılda yapılan Karatay Medresesi de bunlardan biri. Yapının taş işçiliği gerçekten muazzam. Bu tarz eserlerin "Taç Kapı" denilen giriş kapıları çok önem taşımakta. Konya'da bulunan üç önemli taç kapıdan biri ise bu medreseye ait.  Bezeme yapı özelliğine sahip Karatay Medresesi'nde ayet, hadis ve desenler kabartma olarak işlenmiş. Salonun kubbe şeklindeki tavanı mozaiklerle örtülü. Bu medresenin önemli özelliklerinden biri, kare şeklindeki binalara kubbe oturtulması tekniği ile alakalı "Türk Üçgeni" adı verilen mimari öğenin ilk olarak burada görülmesiymiş. Bu üçgenlerde dört peygamber  (Muhammed, İsa, Musa, Davud) ve dört halifenin (Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali) isimleri tekrar tekrar yazılmış. Duvarlardaki turkuaz ve patlıcan moru mozaik çinilerinin büyük bir kısmının dökülmüş olmasına rağmen yapı, içinde barındırdığı çarkıfelek döngüsü (yaşam döngüsü sembolü) ve sekiz köşeli (sekiz ayrı öğüdün sembolü) Selçuklu yıldız taşları ile oldukça özgün bir karakteristik sergiliyordu. 

Mozaik Tavan
Türk Üçgeni




Sekiz Köşeli Selçuklu Yıldızı


Karatay Medresesi'nin etkileyici diğer bir özelliği ise yapının ortasında bulunan havuza giden suyun giriş çıkışı için kurulmuş tahta su yolu sistemiydi. 2006 yılında gerçekleştirilen "Eyvan Kurtarma Kazısı" sırasında ortaya çıkarılmış bu su tahliye sisteminin üzeri camla kapatılarak ziyaretçilerin görebileceği bir şekilde sergiye açılmış.




Alâeddin Tepesi ve Camii 

Karatay Medresesi'nden yürüyerek ulaştığımız bu tepe gelen giden medeniyetlerin birbiri üzerine yaptıkları eklemeler ile oluşan bir höyük. Tepenin üzerine inşa edilmiş ve Konya'nın simge yapılarından biri haline gelmiş Alâeddin Keykubat Camii'nin tamamlanması yaklaşık 60 yıl sürmüş. Gelen her Sultan'ın başka bir öğe eklediği caminin belirgin bir mimari yapısı yok. Anadolu'da görülen en eski ahşap minber (1150'lerden kalma)  bu camide yer almakta. Caminin dış bahçesinde ise "kümbet" adı verilen, silindirik tabanlı ve üstleri konik yapılı anıt mezarlar yer almakta. Orta Asya'dan gelen bir ölü gömme sistemi ile ölüye ait eşyalar 40 gün burada sergilendiği gibi ölünün kendisi de 40 gün dayanacak şekilde tahnitleme usulüyle içleri katranla sıvanıp, güzel kokulu bitkilerle doldurularak bu kümbetlerde muhafaza edilirmiş. 

Kümbet
Abanoz Mimber



 İnce Minareli Medrese

İnce Minareli Medrese Taç Kapı
Yine yürüyerek ulaştığımız İnce Minareli Medrese'nin minaresi yıldırım çarpması sonucu yıkılmış. Dolayısıyla isminden beklenildiği gibi ince bir minare göremedik. Ama, buranın taçkapısı öyle güzeldi ki minareyi görememek çok da hayal kırıklığına yol açmadı. Arap yazısının düz ve köşeli çizgilerle yazılan eski bir biçimi olan "Kûfi" yazısı kullanılarak Allah yazan kapıda beni en çok etkileyen Ayet'el Kürsi'nin yukarıdan aşağıya sarmal biçimde yazılmasıydı. Allahtan gelip toprağa kavuşma, topraktan gelip allaha kavuşmanın sembolü olan bu tarz oldukça anlamlıydı. Bolluk ve bereketi simgeleyen enginar motifleri, sağ ve solda yer alan dünya kabartmaları ile oldukça şık bir taç kapıya sahip olan bu medresede melek tasvirleri, Selçuklu kartalı, av sahneleri ve  ejderha motiflerinin resmedildiği zengin Selçuklu sanatının yoğun izlerini gördük. Osmanlı sanatında dinle alakalı endişeler sebebiyle bu tarz çalışmaları malesef göremiyoruz. İnsanoğlunun yaptığı eserlere tapabilme tehlikesi olduğu savunularak bu tür motiflerin resmedilmesinden kaçınan Osmanlı sanatı, bu yüzden bu alanda Selçuklu kadar zengin olamamış. 
Ejderha Motifi
Hayvan Motifi

 Yaşayan Konya Evi

Yaşayan Konya Evi
Şehrin tarihi gelenek ve göreneklerinin  uygulamalı olarak tanıtılması amacıyla restore edilip müze haline getirilmiş, Konya'nın köklü aile bireylerinden İzzet Koyunoğlu'na ait bu tarihi evde çok eğlenceli vakit geçirdik. Kerpiçten yapılmış evin zarar görmemesi için en fazla 10 kişilik gruplarla gezilebilen evin kapısına yerel kıyafetler giymiş bir rehber eşliğinde gittik. Eski Konya'da eğer kadınsanız kapının sol kanadındaki kulpla kapıyı çaldığınız takdirde kapıyı açan bir kadın, eğer erkekseniz kapının sağ kanadındaki daha kalın ve vurduğunuzda daha tok bir ses çıkaran kulpla kapıyı çaldığınız zaman da kapıyı bir erkek açarmış. Bizim grupta da kapıyı çalma görevi bana denk geldi. Sol kulpla çaldığım kapıyı evin Konya şivesiyle konuşan ve yerel kıyafetler giymiş gelini açtı. Evde olmayan kayınvalidesine sürekli göndermelerde bulunan bu Konya yerlisi canlandırmasını izlemek oldukça zevkliydi. Gençliğinde tiyatro oyunculuğu yapmış olan annem de orada bulduğu bir fesi alelacele başına geçirip bana poz vermeyi ihmal etmedi :) Evin odalarını teker teker gezdikten sonra gül suyu ve kolonyalarla yolcu edildik. Bu ev gerçekten de yaşıyordu!

Kadın ve erkeğin ayrı ayrı çaldıkları kapı kulpları


Silbiçli Beşik - Çocuk bezinin olmadığı zamanlarda
bebekler ortasında lazımlık olan bu beşiklerde uyutulurmuş
                                                                     


Fesiyle Annem
Konyalı Gelin Canlandırması






Mevlana ve Şems-i Tebrizi 

Haklarında kitaplar yazılmış iki âşık. Bu aşk bildiğimiz kadın erkek aşkından daha farklı. Haydari kalenderi olan bir gezgin ile köklerinden itibaren âlim olan bir dervişin tasavvufi anlamdaki aşkı.  Her ikisin de anıtı niteliğindeki türbeler ise birbirinden oldukça farklı. Adının "güneş" anlamına geldiği Şems'in türbesini gezerken içinizde zaptı zor bir çoşku yaşarken, Mevlana türbesinde yer yer gözünüzün dolduğu garip bir huşu moduna geçiyorsunuz. 

Şems-i Tebrizi Türbesi
Bu gezi esnasında Mevlana'nın asıl adının Muhammed Celâleddin olduğunu öğrendim. "Tanrısal efendilik" anlamına gelen Mevlana ve "Anadolu" anlamına gelen Rumi ise kendisine sonradan verilen isimler. Çocukluğumdan beri hep Mevlana'nın adını duyduğum için babası Bahaeddin Veled'in  "Âlimlerin Sultanı" denecek kadar değerli bir âlim olduğunu öğrenmek de benim için yeni bir bilgiydi. Sonrasında Mevlana halk arasında öyle mühim bir şahsiyet haline gelmiş ki rivayete göre babasının arkasından yürüyen Mevlanayı görenler "Bir okyanus bir denizin arkasından gidiyor!" demişler. Mevlana sadece bir İslam âlimi değil. Kendisi yazımın devamında bahsedeceğim Sille köyüne sık sık gider oradaki papazlarla da uzun uzun sohbetler yaparmış. Mevlana Türbesi'ni yazmaya geçmeden etkilendiğim kısa bir hikayeyi burada paylaşmak istiyorum. Birgün Mevlana bir kuyumcudan gelen altın dövme sesini duyarak dans etmeye başlar. Kuyumcu sırf Mevlana'nın dansı bölünmesin diye altınından olma pahasına çırağa altını dövmeye devam etmesini söyler. Daha sonra Mevlana ölümünde cenaze namazını bu şahsın kıydırmasını ister. Fakat sözü geçen bu kuyumcu Mevlana'yı öyle sevmektedir ki, cenazesinde acısından düşer ve bayılır. 



Mevlana Türbesi


Şehrin merkezine inşa edilmiş Mevlana Türbesi bahçe kapısını temsil eden yemyeşil kubbesiyle Konya'nın imzası haline gelmiş bir baş yapıt. "Ya Hazreti Mevlana" yazılı kapıdan içeri adım attığınızda ney sesinin yankılandığı, ışıl ışıl, yürek titreten bir ortamda buluyorsunuz kendinizi.  Benim rahmetli babam da ney çalardı. İşte bu yüzden ney sesi oldum olası beni hep hüzünlendirmiştir. Ondan dolayı mı bilemem ama benim türbeye her iki ziyaretimde de gözlerimden durduk yere yaşlar aktı. Elini açıp inandığına dua eden, bir köşede oturup tarihten bu zamana kadar gelmiş kadifelerle sarılı sandukaları huşu içinde uzun uzun seyreden, çoluk çocuk genç yaşlı yüzlerce insan o gün eminim çok huzurluydular.  Türbeden içeri adım atar atmaz saf gümüşten kapı iki yana açtığı kanatları ile bizleri içeri buyur ediyor. Sıra sıra dizilmiş "Horasan Erleri"nin sandukaları sol tarafta yer alıyor. Mevlana, oğlu ve babasının sandukaları ise ileride sağda. Bahaeddin Veled'in Mevlana ve torunun yanında yer alan sandukası oldukça yüksekte duruyor. Rivayete göre Mevlana'nın ölümü üzerine babası yattığı yerden kalktığı için onun sandukası daha yüksekteymiş. Biraz daha ilerlediğinizde ibadet için ayrılan bölmeler ve 1200'lerden kalma Kuran-ı Kerim örnekleri ile Mevlana'nın eseri "Mesnevi"nin orjinallerini görüyoruz. Orta alanda ise üzerindeki deliklere burnunuzu yaklaştırıp kokladığınızda gül kokusu alınan bir cam camekanda sergilenen Peygamberimize ait "Sakal-ı Şerif"i sergilenmiş. Mevlana'nın sade ve gösterişten uzak giyim eşyaları ise Mevlevi düşünce sistemini olduğu gibi yansıtmaktaydı

Uzunca bir süre ayrılmak istemediğimiz bu büyülü mekanda biz o gün annemle çok dua ettik. Sevdiklerimiz için, bizi sevenler için...


Mevlana Celalleddin Rumi ve Oğlunun Sandukası

Bahaeddin Veled'in
Yüksekteki Sandukası



Orjinal Mesnevi






Mevlana'nın Cübbesi
Mevlana'nın Sikkes


Türbede Yer Alan En Eski Kuran (1268) 

Sakal-ı Şerif


Sema Töreni

Girişte hissettiklerimi aktardığım Sema Töreni gerçekten de anlatılmaz ama yaşanır türden bir gösteriydi. Aslında buna gösteri demek pek de doğru değil. Çoğumuzun gösteri niyetine seyrettiği bu muhteşem dans aslında semazenlerin Allah sevgisiyle kendileri için gerçekleştirdikleri bir trans hali. Elliye yakın semazenin hiçbir şekilde ne birbirlerine ne de aralarında yürüyen "postnişin"e çarpmamaları bir mucize gibi geliyor insana. Semazenlerin yetişme ve terbiyeleri ise son derece meşakatli bir süreç. Ortasına igne batırılmış tahta bir platformun üstüne çıkan semazen bu iğneyi baş ve onun yanındaki parmak arasına yerleştiriyor. Tabanlarına ise tuz sürüyorlar. Sürtünme ve terle beraber bu tuzun acıttığı topuklar zaman içinde kusursuz dönmeyi öğreniyorlar. Sema, dünya döngüsünün dışa vurumu, neye üflenen nefes ise allahın insana üflediği nefesmiş. Yine bu seyahatte öğrendiğim etkileyici bir başka bilgi de semazenlerin kıyafetleri ile ilgiliydi. Başlarındaki sikke mezar taşını, siyah pelerin toprağı, içlerindeki beyaz elbise ise kefeni simgeliyormuş. Bu sembolleştirme ise ölümün dans edişinin simgeliyor sanki... O gece semazenlerin birbirlerine ve üstadlarına sergiledikleri saygıya, yaptıkları hareketleri izleyerek şahit olmak ve bu saygıyı yüreklerde hissetmek, dansın önce bireysel başlayıp devamında tüm semazenlerin birbiriyle senkronize hale gelmelerinin yaşattığı bütünsellik tüm konser salonunu tek yürek haline getirmişti. Ve ben de bu hissi o gece çok derinden hissettim.


Sille

Rehberimiz Mahir'le Sille'de
Konya'nın ziyaret edilecek yerleri arasında yer alan Sille Köyü, Hristiyanların hac güzergahında yer alan ve tarihi MÖ 900'lere dayanan eski bir köy. Pavlik Kiliseleri'nin kurucusu, Hristiyan bir misyoner olan Aziz Paulus'un yaşayan halkı Hristiyan yapmak için bu köyde konuşmalar yaptığı ve hatta  İsa'nın gerildiği haçın bir parçasının da burada olduğu anlatılanlar arasında. Sit alanı ilan edilmiş olan bu ufak yerleşim merkezinde ziyaret ettiğimiz Aya Elenia Kilisesi Bizans İmparatoru Konstantinus'un annesi Helena tarafından yaptırılmış. Bu kilisenin bir önemli özelliği kuşbakışı bakıldığında yapının haç şeklinde inşa edilmiş olması. Hazreti İsa, Hz. Meryem ve havarilerin resmedildiği Aya Elenia Kilisesi, Sille yöresinin en eski yapılarından biri olarak her yıl yerli ve yabancı binlerce turist tarafından ziyaret edilmekte.

Aya Elenia Kilisesi
Aya Elenia Kilisesi'nin  Kubbesi 
Güzel Annemle İkonastasis'in Önünde

Konya Arkeoloji Müzesi

Son duraklarımızdan biri olan Arkeoloji Müzesi'nde yer alan "siderama" tarzı lahitler oldukça ilgi çekiciydi. Genel olarak nadir ama çoğunlukla Konya'da bulunan bu lahitlerin üst kısımlarında ölen kişinin heykeli yerleştirilirmiş. Canlı renklerin kullanıldığı bu lahitlerin renkleri toprak altında kaldıkları için çözülmüş. Müzede yer alan ve üzerinde Herakles'in avının resmedildiği "Herakles Lahdi" o devirdeki mükemmel taş işçiliğinin bir göstergesi olduğu gibi müzenin en değerli eserlerinden biri olarak sergilenmektedir. Müzenin hepimizi başına toplayan diğer ilginç bir parçası, bugünün terimiyle portatif banyo diye adlandırabileceğimiz, içinde oturağı bile bulunan MÖ 2000'lerden kalma bir banyo kabıydı. Böyle bir tasarımı bugün de uygulasak nasıl ilgi görür diye aramızda konuşmadık da değil :)

Herakles Lahdi




En eski tuzluk modelleri (Neolitik Çağ)

Kadın her zaman takı sevmiş (Neolitik Çağ)




Tasarım Harikası Küvet
(Banyo Kabı)
Çatalhöyük'te bulunan bu bebek
mezarı beni çok etkiledi





Sahib-i Ata Camii

Konya'daki üç önemli taç kapıdan üçüncüsü Sahip-i Ata Camii'nde yer almakta. İnce Minareli Medrese'yi yaptıran Sahip Ata Vezir tarafında gök mermer ve Sille taşı kullanılarak yapılan bu camide diğerlerinden farklı olarak bir de "Su Sebili" yer almakta. Su sebilinin hemen yanında yer alan, alanın ve verenin birbirlerini görmeyeceği şekilde düzenlenmiş boşluğa ise "Sadaka Kutusu" adı verilmiş. Sarkıt mimarisi ilk defa burada daha sonra Fatih Sultan Mehmet zamanında görülüyor. İki dünyayı (evvel ve ahir yaşam) temsil eden kavsaraların arasında yer alan dua motifleri ise ibadete daveti temsil ediyor. Bu camiye ait minarenin ayakta kalmış nadir minarelerden olduğu da söylenmekte. 

Sadaka Boşluğu
Su Sebili


Deep Nature Tur Ekibimizin Sahib-i Ata Camii Önündeki Hatıra Fotoğrafı

Ateşbaz-ı Veli Türbesi


Mevlana'ya babasından yadigar olan Ateşbaz-ı Veli aynı zamanda dergâhın da aşcısıymış. Mevlevilikte makam ve mevkiine halen saygı gösterilmekte olan Ateşbaz-ı Veli'nin ismindeki ateşbaz "ateşle oynayan" anlamına gelmekteymiş. Alt katında merhumun mezarının, üst katında ise temsili bir sandukanın bulunduğu ibadethane olan iki katlı ve klasik bir Selçuklu kümbeti tipinde inşa edilmiş bu türbe Konya'nın ziyaret edilecekler listesinde yer alan ufak ama değerli yapılardan biridir. 

Kısacık bir haftasonuna sığdırılıp  tarih, tasavvuf ve sanatla dolu dolu geçen bu seyahatte yemek yemeye de vakit ayırdık tabii ki :) Ben et yemediğim için Konya'nın meşhur "Etli Ekmek" ve "Tirit" gibi et yemeklerinin yorumlarını yapamasam da "Saç Arası" ve "Konya Höşmerim" tatlılarının rüyama gireceklerinden kesinlikle eminim. Dönüş yolunda aldığımız "Konya Gevrekleri"ni ise bitmesinler diye yemeye kıyamıyorum :)

Ben bu güzel seyahatin neticesinde yaşam takvimimden, özenle muhafaza edip bir ömür boyu saklayacağım iki yaprak daha koparmış oldum. Turun başında rehberimiz Mahir, Mevlevi düşünce yapısından bahsederken 'bazen en olumsuz gördüğümüz şeyin aslında bizim için en hayırlısı olabileceği'nden bahsetmişti. Benim hayatımda yaşamış olduğum onca badirede ayakta kalma mottom olarak zaten sahip olduğum benzer düşünce tarzımı bu tasavvuf seyahatinde bir kere daha pekiştirmiş oldum. Bundan sonrasında da hayat yolumda ilerlemeye devam ederken Hz.Mevlana'nın şu meşhur sözünü kendime sık sık hatırlatmaya çalışacağım "Gül düşünürsen güllük, diken düşünürsen dikenlik olursun!"

741 yıl önce bugün vuslata ermiş Mevlana'ya saygılarımla....