31 Ekim 2014 Cuma

PEMBE SAKURAM: YARIN KESİN YAĞMUR VAR! NEDEN Mİ?

PEMBE SAKURAM: YARIN KESİN YAĞMUR VAR! NEDEN Mİ?: Beyazıt Kulesi yemyeşil yanıyordu da ondan... Bu şehirde doksan yaşımda bile yeni birşey öğreneceğime eminim. Öyle köklü ve zengin bir t...

YARIN KESİN YAĞMUR VAR! NEDEN Mİ?

Beyazıt Kulesi yemyeşil yanıyordu da ondan...

Bu şehirde doksan yaşımda bile yeni birşey öğreneceğime eminim. Öyle köklü ve zengin bir tarihe dayalı ki İstanbul... Bu akşam İzmir'li aile dostlarımız ve aynı anda avukatımız olan Deniz Kılıç Hadimli ve değerli eşi savcı Uğur Hadimli Bey'i Sirkeci'deki otellerine bırakmak için Galata Köprüsü'nden geçerken Tarihi Yarımada yine tüm ihtişamıyla karşımızdaydı. Gece oldukça yağmurluydu. Genelde gündüz geçtiğim bu köprüde yemyeşil ışık saçan bir kule çarptı gözüme. Gündüz onca yapı arasında pek de dikkati çekmeyen, fakat gece olunca semayı aydınlattığı rengarenk ışığıyla bambaşka bir kimliğe bürünmüş haliyle Beyazıt Kulesi'ydi karşımda duran. Saçtığı yeşil ışık ise hava durumunu bildiren bir işaretmiş. Önce biraz utandım neden bilmiyorum diye. Sonra da dedim ki kendi kendime: "Şehnaz, bilmemek değil öğrenmemek ayıptır!" Ve, eve gelir gelmez bu olgunun detay ve tarihçesini hem kendim öğrenmek hem de bloğumda paylaşmak için derhal açtım bilgisayarımı. Daldım kısadan da olsa güzel İstanbul'umuzun tarihinden bir sayfaya...

Bizans zamanında Beyazıt Kulesi'nin bugünkü yerinde yangınları gözetlemek için inşa edilmiş "Tetratsiyon" adında bir kule varmış. Osmanlı döneminde 1749 yılında bu kulenin aynı yerine Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk mimarlarından Kirkor Balyan tarafından, yine yangın gözetleme amaçlı ahşap bir kule inşa edilmiş. 1756 yılındaki Cibali yangınında yandığı için 1826'da yeniden inşa edilen kule, yeniçeri ayaklanmasında yeniden yanmış. Kule, üçüncü kez 1828 yılında Sultan II. Mahmut zamanında bu defa da mimar Kirkor'un kardeşi Senekerim Balyan'ın projesi çerçevesinde tekrar yapılmış. Nöbet katı, işaret katı ve sancak katı olmak üzere üç bölümden oluşan, 180 basamaklı, 85 metre yüksekliğindeki kulede yangın, gündüz sarkıtılan sepetlerle, gece ise fener yakılarak haber verilirmiş. 

Yakın tarihimizde kullanılamayacak durumda olan kule, 1997 yılında başlayan ve iki yıl süren restorasyon çalışmaları sonucu eskiden olduğu gibi yangın gözetleme, meteoroloji ve yol durumunu bildirmek amacıyla restore edilmiş. Uzun süre  hava durumunu belirtmek için farklı renklerde ışıklarla süslenen kulenin 1995 yılında son verilen bu uygulamasını İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2010 yılında yeniden devreye sokmuş. 

Kulede kullanılan ışıklar ve anlamları ise şöyle:

Yeşil - Yağmurlu Hava
Mavi -Açık Hava
Kırmızı -Karlı Hava
Sarı - Sisli Hava

Kule ilgili beni kalbimden vuran bir de romantik rivayet var. Buna göre Beyazıt Kulesi, Kız Kulesine aşık olup, aralarına giren Galata Kulesi yüzünden sevdiğine bir türlü kavuşamayan aşık kule olarak da anılmaktaymış. "Hadi canım olur mu öyle şey?" demeyin. Bu şehir yüzyıllardır nice büyük aşklara şahit oldu. Halen de olmakta. E hâl böyle olunca, İstanbul kuleyi kuleye bile aşık etmiştir belki de. Kimbilir? :)


Şehnaz Tuna














27 Ekim 2014 Pazartesi

26 Ekim 2014 Pazar

TESADÜFLE DOĞAN BİR EFSANE! BUENA VISTA SOCIAL CLUB...

Her ne kadar iyi bir öğrenci olsam da sonbahar hiçbir zaman çok haz ettiğim bir mevsim olamadı. Okul çağındaki her genç gibi benim için de sonbahar demek yazın bitmesi, yazlıktan dönüş, okul hazırlıklarının başlaması, yoğun bir ders temposuna giriş, günlerin kısalıp havaların erken kararması, dolayısıyla da içime işleyen hüzün demekti. Eğitim sürecimi bitirip hayatımda yeni evreler yaşadıkça mevsimlere de yeni yeni anlamlar yüklemeye başladım. En sevdiğim mevsimlerde hüzünler, ayrılıklar, sevmediklerimde ise güzel başlangıçlar, tatlı heyecanlar, sevinçler yaşadım. Artık her mevsimi ayrı seviyorum galiba...

UNIQ İstanbul
İstanbul'da özellikle son senelerde sonbahar demek birçok kültürel faaliyetin başlangıcı demek. "Aman şu konsere gidersem şu tiyatro'yu kaçırmayayım" diyecek yoğunlukta bir sürü yeni filmin vizyona girdiği, konser ve tiyatronun sahne aldığı ve festivallerin organize edildiği bir sezon sonbahar. Bir yandan caz ve sinema festivallerinin devam ettiği, öbür yandan harika filmlerin vizyona girdiği  2014 sonbahar sezonunda çok anlamlı ve unutulmayacak bir konseri izleme fırsatını buldum: Orquesta Buena Vista Social Club - "Adios Tour". Grubun canlı performansını 2008 senesinde yapmış olduğumuz Küba seyahatimizde Hotel Nacional de Cuba'nın büyülü atmosferinde izlemiş ve hiç unutamamıştım. 6 yıl sonra yeniden seyrettiğim ve orjinal grubun hayatta kalan son dört üyesiyle (Omara  Portuondo, Guajiro Mirabal, Barbarito Torres, Jesus "Aguaje" Ramos) UNIQ İstanbul'un (Ayazağa Kültür Merkezi) içinde bulunan 5800 kişi kapasiteli Blackbox konser salonunda "Elveda Turnesi" kapsamında gerçekleştirdiği son konseri gerçekten görülmeye değerdi. "Diva'ların Divası" olarak anons edilen 84 yaşındaki Omara Portuondo'yı sahnede son defa görmek beni müthiş duygulandırdı. Chan Chan, Candela, Dos Gardenias gibi çoğumuzun aşina olduğu Buena Vista parçaları ile neredeyse tüm salon ayaktaydık ve altı bin kişinin ortak coşkusuyla kimimizin gözleri buğulu ama istisnasız hepimizin yüzünde tebessümle büyülenmişcesine tek yürek dans ediyorduk. Grubun başta İbrahim Ferrer ve Compay Segundo olmak üzere aralarından ayrılan diğer tüm üyelerinin anısına hazırlanmış projeksiyon sunumu ise gösteriye ayrı bir duygusallık katmıştı. 

Orquesta Buena Vista Social Club - Blackbox 

Sadece İstanbul'u değil tüm dünyayı dansettiren, "Cubamania" akımının bu efsanevi grubunun kuruluşu ve Küba müziğinin dünyaya açılan kapısı haline gelişi ise tamamen bir tesadüf sonucu olmuş. 1996 yılında Havana'da bir stüdyoda toplanan veteran müzisyenlerin oluşturduğu bu grubun  ilk kuruluş amacı Afrikalı ve Kübalı müzisyenlerden oluşacak karma bir deneysel albüm yapmakmış. Afrikalı müzisyenler vize probleminden dolayı katılamayınca amacı iki albüm yapmak olan grup Amerikalı yapımcıları Ry Cooder ve orkestra şefi Juan de Morcas öncülüğünde yoluna onlarsız devam etmeye karar vermiş. Haziran 1997'de çıkan albümlerinin hemen sonrasında Ruben Gonzalez, Ibrahim Ferrer, Afro Cuban All Stars, Eliades Ochoa, Omara Portuondo ve Compay Segundo'dan oluşan ekip turneye çıkarak özellikle New York Carnegie Hall'deki efsanevi gösterileri sayesinde seslerini tüm dünyaya duyurmuşlar. Üyelerinin tesadüf sonucu biraraya geldiği Buena Vista Social Club bugün sekiz milyonun üstündeki albüm satışı ile Küba yerel müziğini tüm dünyaya sevdirmiş bir efsane. 

Yazımı burada noktalarken sizi bu ölümsüz grubun klasik "Etiler Şamdan Müziği"nin de imzası olmuş üç meşhur parçasıyla başbaşa bırakıyorum... (Bu yazıyı bir kere de bu parçalar eşliğinde okursanız konserde yaşanılan o  tarifsiz coşkuyu sizlerin de hissedeceğinizden eminim.) 


Şehnaz Tuna


















24 Ekim 2014 Cuma

PEMBE SAKURAM: "ŞEHRİN CAZ HALİ"NDE TATLI BİR KADIN! CHINA MOSES

PEMBE SAKURAM: "ŞEHRİN CAZ HALİ"NDE TATLI BİR KADIN! CHINA MOSES: "Vapurların balıkçılarla, seyyar satıcıların kornalarla, kedilerin martılarla atıştığı, her köşesi farklı şehre caz geri geldi.  &#...

"ŞEHRİN CAZ HALİ"NDE TATLI BİR KADIN! CHINA MOSES

"Vapurların balıkçılarla, seyyar satıcıların kornalarla, kedilerin martılarla atıştığı, her köşesi farklı şehre caz geri geldi. 
'Şehrin Caz Hali' Akbank'la 24. kez İstanbul'da..."

Ülkemizde marka-sanat işbirliğinin en önde gelen örneklerinden biri caz müziğine verdiği destekle Akbank ve bu sene 24cüsü düzenlenen Akbank Caz Festivali'dir. İlk olarak 1991 yılında 8 konserle düzenlenmeye başlayan festival günümüzde "Şehrin Caz Hali" temasıyla her sene 50'nin üzerinde konserin yanısıra, paneller, erişkin ve çocuk atölyeleri ve diğer projeleriyle çok yönlü bir organizasyon haline gelmiştir. Uluslararası platformda da merak uyandıran bu uzun soluklu festivalde bu sene, 2014 yılında kaybettiğimiz, müzik ve özellikle de caz müziğiyle içiçe yaşayan ve 23 sene boyunca Akbank Caz Festivali'nin proje sorumluluğunu yürütmüş Mehmet Uluğ'un anısına 28 Ekim Salı gecesi sahibi olduğu Babylon'da bir anma gecesi düzenleniyor.

Sakıp Sabancı Müzesi China Moses Konseri 

Jamie Cullum, Christian McBride Trio ve Kenny Barron & Dave Holland gibi yıldız isimlerin ağırlanacağı festivalin ilk konser konuklarından biri, yaşayan en önemli caz vokalistlerinden Dee Dee Bridgewater'ın kızı olan China Moses'dı. Biz de bu konseri kadim dostum Seda ile izledik ve müthiş keyif aldık. Konserin yapıldığı Sakıp Sabancı Müzesi içerisindeki salon da oldukça şıktı. Kırmızı büyük ve modern aydınlatmaları, ayakta durma masaları, yemek masaları, bar ve oturma grupları ile konser salonundan ziyade bir kulüp havasında tasarlanmış bu mekanda bir caz konseri izlemek çok hoşuma gitti. Müzik hayatına 16 yaşında başlayan Moses ise sesinin yanısıra biraz da çapkın içerikli esprileri ile geceye renk kattı ve tüm salonu kahkahadan kırdı geçirdi. Bir buçuk saat süren bu samimi, doğal ve interaktif konser finalinde ben kendi kafamda China'yı "yurdumun cazcısı" ilan etmiştim bile :)

China Moses











Sakıp Sabancı Müzesi Konser Salonu












Moses'ın sahnesini merak edenler için:
China Moses "Why don't you do right?"

2 Kasım'a kadar devam edecek festivalin detaylarına ise aşağıda vereceğim bağlantıdan ulaşabilirsiniz:
http://www.akbanksanat.com/caz-festivali

ŞEHRİN CAZ HALİ'NDE CAZ DOLU KEYİFLİ GÜNLER DİLERİM!

Şehnaz Tuna









20 Ekim 2014 Pazartesi

PEMBE SAKURAM: "GECCE"NİN ANLAMLI "GECE"Sİ

PEMBE SAKURAM: "GECCE"NİN ANLAMLI "GECE"Sİ: Her Pazartesi yeni bir haftanın başlangıcı... Her yeni hafta ise kendinden bir önceki haftaya veda... Geride bıraktığımız o yorgun haftalar...

"GECCE"NİN ANLAMLI "GECE"Sİ

Her Pazartesi yeni bir haftanın başlangıcı... Her yeni hafta ise kendinden bir önceki haftaya veda... Geride bıraktığımız o yorgun haftalar ise mahsunca birbiri üstüne yığılıp öylece bakakalmakta arkamızdan... Benim bir depom var. "Zihnimin anı deposu" diyorum ona. Kendi arkamda bıraktığım o yüzlerce mahsun haftanın hatırına, elimden geldiğince çok anı biriktirmeye çalışıyorum orada ben. Unutulmasınlar, çok zaman geçse de hep hatırlansınlar diye... İşte yine böyle özel bir gün -pardon gece- çoktan yerini aldı zihnimin anı deposunda ölümsüzleşmek üzere.

Geride bıraktığımız hafta başında can dostlarım Gül ve Kenan Erçetingöz çiftinin gözbebeği "gecce.com"un "Mekan Oscarları 2014" gecesine katıldım. Hani derler ya: "Arkadaşını tatilde tanırsın" diye. İşte biz de hep tatillerde beraber olduk Gül ve Kenan'la. O zamanlarda tanıdık birbirimizi derinden. Onlar dost, onlar samimi, onlar eğlenceli, onlar vefakar, onlar gerçek, onlar duygusal... İşte bu iki insanın saydığım özelliklerini yansıttıkları gecelerinde ben bir kere daha çok ama çok duygulandım. 














"Gecce Mekan Oscarları" geceleri artık klasikleşti. Düzenlenmeye başladığı ilk yıldan beri verilen oylar doğrultusunda "Etiler Şamdan"a layık görülen ödüllerin yeri ise bizim için çok ayrı oldu hep.  Gül ve Kenan bu sene çok anlamlı bir kategori daha eklemişlerdi gecelerine. Yeme içme sektöründe duayen işletmeciler ve onların baba mesleklerinde başarı merdivenlerini tırmanmaya başlayan çocuklarına da "Başarılı Babalar ve Çocukları" kategorisi altında ödül verdiler bu yılki Mekan Oscarları gecesinde. "On yaşından beri elimde büyümüş, kendi çocuklarımdan önce beni anneliğe alıştırmış, sonrasında kızımla oğlumun çok sevdikleri ablaları olmuş" Melda Tuna'ya verilen bu ödül, Melda'nın sahnede yaptığı konuşmasında anne ve babasıyla beraber bana da teşekkür etmesi, babasının sahnedeki gurur dolu bakışı zaten sulugözlü olan şahsımı ağlatmaya yetti de arttı bile. Yaşlanıp olgunlaşmanın en güzel yanlarından biri de bu herhalde. Gözünüzün önünde büyüyen çocukların yetişmeleri, onların gelişiminde, hayatlarında yer edinebilmek ve bunun içten bir teşekkürünü almak. O gece gözümden yaşlar süzüldü evet; ama, gururun ve mutluluğun gözyaşıydı bunlar...

Melda'nın konuşması. Babası, Kenan ve Emre Çapa ile...

Gecce Mekan Oscarları 2014'ün diğer ödüllerine göz atmak isterseniz:

16 Ekim 2014 Perşembe

PEMBE SAKURAM: IPANEMA'LI KIZIN HİKAYESİ

PEMBE SAKURAM: IPANEMA'LI KIZIN HİKAYESİ: Çok iddialı olmamakla beraber caz müziğinin sevdiğim müzik türlerinin en başında geldiğini söyleyebilirim. Özellikle vokal cazdan inanılmaz...

IPANEMA'LI KIZIN HİKAYESİ

Çok iddialı olmamakla beraber caz müziğinin sevdiğim müzik türlerinin en başında geldiğini söyleyebilirim. Özellikle vokal cazdan inanılmaz keyif alıyorum. Uzun ve tipik Başak burcu detaycılığındaki araştırmalarım sonucu edindiğim müthiş stil ama bir o kadar da ses kalitesi şahane Bang Olufsen BeoPlay H6 kulaklıklarımla hemen her yerde caz dinliyorum bu aralar. Bu sabah -tamamen legal olan- Spotify uygulamasıyla indirdiğim Women of Jazz (Cazın Kadınları) çalma listesinde Nancy Wilson'un yorumladığı "Boy From Ipanema" çalmaya başlayınca durdum ve düşündüm. "Asıl adı 'Girl From Ipanema' olan bu parça nasıl bir parçaydı ki, konusu olan karakterin cinsiyeti değiştirilip yeniden yorumlanıyordu?" Eminim bunun dünyada başka örnekleri de vardır. Ama bu özelliğinin yanısıra gerek melodinin kendimi bildim bileli var olması, gerekse konusu itibarıyla bir merak sardı beni. Neydi bu parçayı bu kadar tanıdık kılan? Gerçekten var mıydı o bahsi geçen Ipanemalı kız?


Evet, varmış! Şarkının www.latinmusic.about.com sitesinden öğrendiğim  tarihçe ve zihnimde canlandırarak okuduğum sempatik hikayesini sizlerle de paylaşmak isterim. Portekiz orjininde "Garota De Ipanema" olarak, gelmiş geçmiş en meşhur Brezilya şarkısı olarak bilinen bu parça 1962 yılında zamanın iki büyük sanatçısı Antonio Carlos Jobim (Tom Jobim) ve Vinicius de Moraes tarafından yazılmış. 60'lı yıllarda Rio de Janeiro'nun Ipanema plajındaki ufak bir barda sıkça takılan bu ikili, akşamüstleri viskilerini yudumlayarak gelen geçen güzel kızların keyfini çıkarırlarmış. 62 yılında bu barda otururken düzenli olarak görmeye başladıkları ve plaja yürürken neredeyse her gün önlerinden geçen Ipanema'lı bir güzel bu iki sanatçının dikkatini çekmiş. İsmi Heloisa Eneida Menezes Paes Pinto (Helo Pinheiro) olan bu genç kızın güzelliği ve zerafeti dünya tarihine imza atmış bir parçanın sözlerine ilham kaynağı olmuş.

Helo Pinheiro



Şarkı ilk olarak Ağustos 2, 1962 yılında Copacabana'nın ufak bir gece kulübünde çalınmaya başlanmış. Ama parçanın dünya çapında bir hit haline gelmesi Getz/Gilberto albümünde İngilizce olarak kaydedilmesi sonrası olmuştur. Grammy ödülü almasını takiben parça Jobim'le Bossa Nova albüm çalışması yapan Frank Sinatra dahil dünya çapında ünlü birçok sanatçı (Ella Fitzgerald, Madonna, Cher...) tarafından "Girl from Ipanema" adı altında seslendirilmiş, 500'den fazla kaydı gerçekleşmiştir. "Bossa Nova" akımının dünyada fırtına gibi esmesine sebep olarak gösterilen bu parça sözleri erkeğe uyarlanmış haliyle "Boy From Ipanema" adı altında da seslendirilmiştir. Bunun yanısıra Brezilya müziğinin Girl From Ipanema'dan önce ve sonra diye ikiye ayrıldığı bile söylenmektedir. 

Frank Sinatra ve Tom Jobim

Yirminci yüzyılda dünya müzik literatüründe Beatles'ın hit parçası Yesterday'den sonra en çok çalınan ikinci parça olarak kendine bir yer edinmiş bu harika parçayı onu hit haline getirmiş klasik yorumcuları tarafından şimdi bir kere de burda dinlemeye ne dersiniz?


"Uzun boylu, bronz tenli, Ipanema'lı şirin genç kız yürüyerek geçiyor. Kimin önünden geçse bir ah işitiliyor. Samba yapıyor sanki yürürken. Usulcacık salınarak yürümesi öylesine yumuşak ve klas ki, kimin önünden geçse bir ah işitiliyor. Ama delikanlı onu üzgün üzgün süzüyor. Ona nasıl söyler ki onu sevdiğini? İstese ona kalbini seve seve verebilir. Ancak kız her gün denize doğru yürürken, delikanlıyı görmüyor bile."

Şehnaz Tuna

12 Ekim 2014 Pazar

KENDİME BİR CUMA ÇALDIM BU GÜZEL İSTANBUL'DAN...

Tabiri caizse "çift vardiya" çalıştığım, gecemin gündüzüme karıştığı bir iş temposundayım bu aralar. Filmekimi yazımda gideceğimi bahsettiğim dört filmden ikisi aynı güne denk gelince biraz da bunu bahane ederek geçen Cuma günü kendi kendime izin verdim. Güneşin çok da ısıtmayan ama bir sonraki bahara kadar ayrı kalacağımızın bilincindeymiş gibi yüzünü bir veda edasıyla son defa gösterdiği günlerden biriydi. Seviyorum böyle günleri ben. Biraz hüzünlü oluyorum ama bir o kadar da keyfini çıkarmak istiyorum sonbaharın bu son güneşli günlerinin adeta şükredercesine. Filmlerden biri çocukluğumun sinema salonlarından Kadıköy Rexx'teydi. "Biraz nostalji fena olmaz" diyerek attım kendimi Tinky'mle beraber doğruca Beşiktaş vapur iskelesine. Erken gitmenin keyfiyle hareketlerimi ağır çekim hızına düşürerek simidimi aldım ve beklemeye koyuldum. En son ne zaman bindiğimi hatırlayamadığım vapur yanaştığı zaman kalabalıkla ortak hareket etmenin zevkiyle çıktım en üst kata. Kafamda kapşonum, kulağımda Stan Getz melodisi, karşımda büyüleyici boğaz. Yanımdaysa esen rüzgara karşı gözünü kapamış, mis gibi deniz havasıyla sersemlemiş uyuklayan Tinky. Kısacası tam bir huzur...























Güruh halinde bindiğimiz vapurdan güruh halinde indik ve ben de başladım yürümeye omzumda Tinky'nin çantasıyla Kadıköy'ün ara sokaklarında. Samimi esnafın güleryüzlü tarifleriyle sinemaya yaklaştığımda daha yarım saat vaktimin olduğunu farkedince çok ama çok sevindim. Gözümü sokak ortasında yapılan közde kahve dükkanlarına dikmiştim. Güneş vuran bir masada ancak çok keyifli olduğum zamanlarda kendime ödül niyetine söylediğim "orta şekerli" kahvemi (diğer zamanlarda en fazla az şekerli içiyorum) büyük keyifle yudumladım. Közde pişirilen kahvenin tadı gerçekten de çok ama çok farklı oluyor. Bu arada o sokağın kahramanı olmuş ama ismi olmayan, patisi ve burnu  siyah, insanın gözüne neredeyse konuşacak gibi bakan kedisiyle tanıştım. Sevdiğimi anlasa gerek kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi kucağıma oturuverdi. Yoldan geçen bir iki kişiyle de Tinky odaklı sohbet ettim. Tanımadıklarınıza merhaba bile demenin artık neredeyse bir lüks sayıldığı büyük şehir yaşayanı olarak ben, bu ufak sohbetlerden çok keyif aldım.  




Ne mutlu bana ki böyle güzel bir günün devamına yakışacak coşkuda bir film seyrettim. Caz müziğini konu alan ve finalinin tüm salon tarafından alkışlanarak bittiği "Whiplash"ten çıktığımda tüylerim diken diken olacak kadar duygulanmıştım. Daha sonra annemle buluşarak uzun süredir gitmeyi planladığım Kadıköy'deki "Çıya Sofrası"nda harika bir yemek yedik. Yemekten sonra Antakya ve Mersin yörelerine ait "Kerebiç" adında enteresan bir tatlı yedim. Bu tatlının asıl ilginç olan yönü, içi fıstık dışı irmik olan çıtır kurabiyelerin, köpürmesiyle ünlü "çöven otu"nun şekerle karıştırılmasıyla elde edilen köpükle servis edilmesiydi. Denemeye değer! 


Vapura geri yürürken annemle çok eğlendik. Kadıköy esnafı oldukça yaratıcıydı. Türkleşmiş ve adeta semtin birer parçası haline gelmiş Afrika'lı çalgıcıları seyretmek de keyifliydi.

Mesafe ya da süresi kısa bile olsa ayrılığın her türü bana zor gelir. O gün de annemden ayrılırken öyle tatlı bir hüzün yaşadım.

Vapura geri bindiğimde ise bu hayatta sahip olduğum herşey için dua ediyordum...

Afrikalı çalgıcılar
Esprili patatesler


Şehnaz Tuna







10 Ekim 2014 Cuma

MONOÏ DE TAHITI... CENNETTE DUYACAĞIMIZ KOKUNUN BU OLACAĞINA EMİNİM!

Bundan yaklaşık altı yedi sene önce Paris'in -bizim Migros ya da Makro'muz olarak tanımlayabileceğim- meşhur market zinciri Monoprix'de yer aldığı raflarda tanıştım O'nunla! Neredeyse ruj dahil elime aldığım her tür kozmetiğin kokusunu merakla içine çekme özelliği olan ben o gün aşık oldum O'na! Daha doğrusu O'nun kokusuna!(Bu arada, sırf koklamak için olup olmadık herşeyi burnuma götürme huyumdan dolayı yüzümün gözümün boya içinde kaldığı komik durumlara sıkça düşmüşlüğüm de vardır; onu da paylaşayım dedim :)) O gün bugündür de tutkunuyum Soleil des Îles markası sayesinde tanıştığım Monoï de Tahiti yağının. Benim için bu kadar önemi olan bu ürünü sizlerle de paylaşmak istedim. Bu arada erkekler bu satırları okur okumaz bu yazının devamının sadece kadınlara özel olacağını zannetmesinler lütfen. Çünkü, bu mucizevi yağ tarih boyunca en az kadınlar kadar erkekler tarafından da yoğun olarak tüketilmiş. 

Soleil des Îles güneş ürünleri
Monoï yağı, Tahiti'de yetişen ve Fransız Polinezyası ile Cook Adaları'nın ulusal çiçeği olan Tiare çiçekleri yapraklarının elle tek tek toplanıp saf hindistan cevizi yağında en az 15 gün bekletilerek demlenmesi sonucu elde edilen parfümlü bir yağ. Zaten Monoï kelimesi, Fransız Polinezyası'nda konuşulan Reo-Maohi dilinde "kokulu yağ" demekmiş. Çok eski tarihlerden beri başta Tahiti olmak üzere bu takımadaların hepsinde cilt ve saç yumuşatıcı olarak kullanılmakta olan Monoï, günümüzde Avrupa ve Amerika'da da yaygın bir şekilde tanınmaya başlandı.   
Fransız Polinezya'sının en büyük
adası Tahiti
Yaprakları elle tek tek
toplanan Tiare Çiçeği


Monoï yağının kullanımı 2000 yıl öncesine kadar gitmekte. Polinezya kökenli Maori yerlileri bu yağı doğumdan ölüm anına kadar yaşamın belli başlı evrelerinde oldukça sık kullanmışlar. Yeni doğan bebeklerini sıcaktan dolayı meydana gelebilecek dehidrasyondan, kendilerini ise soğuktan korumak için yağlarlarmış. Ölülerin ebedi yolculuğa hazırlanışı, kutsal törenlerde objelerin vaftizi ve tanrılara yapılan sunumlar gibi dini ritüellerde de sıkça kullanılan Monoï yağı günlük hayatta Maori denizcileri tarafından tuzlu su, rüzgar ve soğuktan korunmak için başvurulan bir yöntemmiş. Günümüzde de dalgıçların aynı amaçla kullandıkları bu yağın ticari olarak üretimi ise 1942 yılında başlamış. 

Yağa asıl kokusunu veren çiçeklerin elle tek tek toplanması ve sadece Tahiti'de yetişmesi bu çiçekleri, dolayısıyla da Monoï yağını oldukça değerli kılıyor. Çiçeklerin, yetiştiği kendi topraklarında elle toplanması, saklama koşulları, denizaşırı ülkelere gönderimine kadar olan ve sıkı kuralların uygulandığı süreç 1 Nisan 1992 tarihinde "Appelation of Origin" (Ürünün kökeninin bir ülke bölge ya da yöre olduğunun ve ürünün tüm veya esas nitelik ve özelliklerinin bu coğrafi çevreden ve bu çevreye özgü doğal ve beşeri unsurlardan kaynaklandığını gösteren coğrafi yer adı) tarafından onanıp, tanınmış ve oldukça fazla taklit üretimi yapılan bu özel ürün koruma altına alınmıştır. 

Bir Monoï aşığı olan ben, bu kokuyu nerede bulursam edinmek için elimden geleni yapıyorum. Pek de başarısız sayılmam. Üç ayrı markanın bu büyülü kokuya sahip dört farklı ürününü satın aldım. Onları öyle çok yönlü kullanıyorum ki: Koku olarak bedenime ve kıyafetlerime, besleyici yağ olarak saçlarıma, tırnaklarıma, yüzüme ve vücuduma ama asıl en önemlisi, kokusuyla yarattığı meditasyon etkisi olarak ruhuma... Şu an bu yazıyı yazarken bile bir tanesi elimin altında. Sürüp sürüp duruyorum. Bir yandan da hayal ediyorum "Cennet koksa koksa böyle kokuyordur" diye. Sonra da kendi kendime tebessüm ediyorum...

 Monoï de Tahiti'nin aşkıyla!

Yves Rocher Monoï de Tahiti
Traditional Tiare Oil
Nars Monoï Body Glow II
Guerlain Terracotta Eau Sous Le Vent
Guerlain Terracotta Huile Du Voyageur

Şehnaz Tuna










5 Ekim 2014 Pazar

DÖRT AYAKLI DOSTLARI OLANLARA ÇOK GÜZEL BİR HABERİM VAR!

Yakın çevremdekiler ve sosyal medya sağolsun artık uzak çevremdekiler de benim bir kiloluk Yorkie cinsi köpeğime olan düşkünlüğümü gayet iyi biliyorlar. Hayatıma girdiği son bir buçuk senedir ayrılmaz bir parçam oldu Tinky benim. Salon ve yatak odamda ona ait merdivenlerden tutun (boyu bir karış olduğu için yatak ve koltuğa merdivensiz inip çıkamıyor da), aracımdaki araba koltuğu ve arka camına asılı "Arabada Yorkie Var!" uyarısına, evde oraya buraya saçılmış oyuncak ve kemiklerinden tutun, salonda baş köşeye yerleşmiş özel yatağı ile sanarsınız ki benim ufak bir çocuğum var.  Kendi çocuklarımı sırasıyla onsekiz ve onyedi yaşına getirince küçük çocuk özlemimi onunla giderir oldum galiba :) E, hal böyle olunca Tinky'nin herşeyi son derece önemli bir hale geldi bizim aile için. Tinky'nin maması, Tinky'nin banyosu, Tinky'nin vitamini, Tinky'nin doktoru... Bir de hanımefendi son derece güzel bir Yorkie olunca sıradaki diğer önemli unsur da kuaförü oluyor hiç kuşkusuz. 













Nispetiye Caddesi'ndeki Etiler Marmaris büfenin sırasında küçük dostlarımız için mükemmel bir pet kuaförü açıldı. Benim son birkaç aydır önünden geçerken dikkatimi çeken Momo Pet Kuaför'e arife günü bayram traşı olmak için randevu aldık. Ne isabetli bir hareket yaptığımı dükkandan içeri adım attığım an anladım. İçerisi bizim alışık olduğumuz köpek traş yerlerinden çok farklı. Cicili bicili elbiseler, envai çeşit tasma, mama kapları, dört ayaklı dostlarımızın ihtiyacı olan bilimum eşyalar ve sempatik oturma grubu ile her yer rengarenk.






















Bu sempatik yerin samimi ve yetenekli kuaförü Mehmet ile güleryüzlü yardımcısı Didem ise en az mekan kadar sıcak kimseler. Mehmet, mesleğinin eğitimini Rusya'da almış. Daha sonra Fransa ve Amerika'da çalışmış. Yurda döndükten sonra Antalya'da büyük bir hayvan hastanesinde çalıştıktan sonra İstanbul'da böyle bir teklif gelince hiç düşünmeden "Evet" demiş. Ne iyi etmiş! Kendisi müthiş bilgili. Traşını yaptığı köpek ve kedilere birer insan gibi yaklaşıyor. Beni en çok etkileyen unsurlardan biri dükkanın her tarafının cam olması. Sokaktan geçenler içerisini olduğu gibi görüyorlar. Sebebiyse ufaklıkların traş olurken kendilerini rahat hissedip korkmamalarıymış. Yıkama, tarama ve süsleme (saç boyası, oje...) için kullandığı malzemeler ise onların cilt ve tüylerine özel. (Evet ufaklıkların saçları boyanıp, tırnaklarına oje de sürülüyor burada) Mehmet'in instagram hesap adı @petstylisst. Bakmanızı öneririm. Çok şeker görüntüler var. Traş boyunca çok keyifli sohbet ettik. Kahvemi içtim. İkram edilen çikolatalardan yedim. Tinky'min traşı ve yemyeşil saç boyası şahane oldu. Daha sonra bir sürü resim çektik. Bu dünya tatlısı yerden çıkarken Tinky de ben de çok mutluyduk. Siz de dört ayaklı bir meleğe sahipseniz Momo Pet Kuaför'e muhakkak uğrayın derim. Bebeğinizin traş olması şart değil. Buranın enerjisi bile yetiyor insanın kendini iyi hissetmesine inanın. 

Mehmet ve yardımcısı Didem



Tinky'nin keyifli traşından minik bir anı...

İnternet'te var ama ben yine de bilgileri buradan da vereyim: 

Momo Pet Kuaför
Mehmet Güneş 
Etiler Mh. Nispetiye Cad. Gürel Apt. No 33/A Beşiktaş 
0 212 269 00 25

Şehnaz Tuna