27 Kasım 2014 Perşembe

PEMBE SAKURAM: YARATICI YAZARLIK ÖĞRENİLEBİLİNİR Mİ?

PEMBE SAKURAM: YARATICI YAZARLIK ÖĞRENİLEBİLİNİR Mİ?: Daha ilkokula başlamadan gazete manşetleri ve reklam tabelalarını ezberleme yöntemiyle kendi kendime söktüğüm okumayı o yaşlarımdan beri ço...

YARATICI YAZARLIK ÖĞRENİLEBİLİNİR Mİ?

Daha ilkokula başlamadan gazete manşetleri ve reklam tabelalarını ezberleme yöntemiyle kendi kendime söktüğüm okumayı o yaşlarımdan beri çok sevdim. Evde okuyacak hiçbir şey bulamasam çocukluğumuzun ansiklopedisi, kütüphanemin baştacı "Meydan Larousse"'umun ciltlerini büyük bir merakla karıştırır, içerlerindeki sevdiğim bazı konuları neredeyse ezbere öğrenmeme yol açacak kadar tekrar tekrar okurdum. Benim bu hiç bitmeyen okuma hevesim bir müddet sonra -her iyi okuyucuya olduğunu tahmin ettiğim gibi bana da- bir yazma hevesi getirdi beraberinde. Ama bununla ilgili hiç bir adım atmaya cesaret edemedim. Çünkü, bana göre insan doğuştan ya yazardı, ya da yazamazdı. Yani sonradan yazar olmak mümkün değildi. Halbuki ne yanlış biliyormuşum!


Geçtiğimiz Eylül ayında, bloğumu da yayına sokmamı müteakip kütüphanemde iki seneden fazla asılı duran ve bir dergiden kesip yapıştırdığım kağıt parçasını elime alıp üzerindeki numarayı çevirdim. Boğaziçi Üniversitesi'nde akademisyen ve yazar Murat Gülsoy tarafından verilen "Yaratıcı Yazarlık Kursu"nun numarasıydı bu. On hafta boyunca her Çarşamba iple çekerek gittiğim kursum  henüz yeni bitti. Şimdi önümde yeni yazılar yazacağımız ve yine on hafta sürecek bir atölye var. Murat Hoca bilim kökenli ama aynı zamanda  edebiyat aşığı olan bir yazar. Dersleri ise oldukça keyifli ve öğretici. Biz bu on hafta boyunca öykü ve roman gibi kurmaca edebiyat yapıtlarının nasıl üretildiğini öğrendik. Aynı zamanda da yaratıcılığımızı ortaya koyarak kendi kurmaca metinlerimizi yazdık ve yazma tekniklerimizi hocamız önderliğinde ve birbirimize verdiğimiz geri bildirimler eşliğinde geliştirmeye çalıştık. Her zaman olduğu gibi daha fazla detaya girmeyip merak edenleri kaynağına yönlendirmek istiyorum: 

Murat Gülsoy
Yaratıcı yazarlığın unsurları, yaratıcılığın kendisi ve yöntemler dışında benim bu kursta öğrendiğim en önemli olgulardan biri, doğru gözle baktığımızda yaşadığımız her olay, çevremizdeki her insan ve hatta eşyanın içinde bir hikaye, bir öykü ya da bir romana konu olabilecek bir ilham unsuru barındığını görebileceğimiz oldu. 

Henüz daha yeni yeni yürümeye başladığım bu büyülü yolda artık yaşadığım her anı daha da derinden içime sindirmeye çalışıyorum. Kalemler hiç durmasın...  

Şehnaz Tuna





21 Kasım 2014 Cuma

PEMBE SAKURAM: PASPAS'IN ÇOK FARKLI, BİR O KADAR DA NEŞELİ DOĞUMG...

PEMBE SAKURAM: PASPAS'IN ÇOK FARKLI, BİR O KADAR DA NEŞELİ DOĞUMG...: Yorkshire'ların melek ablası Selmin Akdağ 'ın deyimiyle "yüreği bedenine ters orantılı" , ağırlığı 1 kilo 300 gram ama k...

PASPAS'IN ÇOK FARKLI, BİR O KADAR DA NEŞELİ DOĞUMGÜNÜ!

Yorkshire'ların melek ablası Selmin Akdağ'ın deyimiyle "yüreği bedenine ters orantılı", ağırlığı 1 kilo 300 gram ama kalbine tonlarca sevgi sığdırmış Tinky adında dünya güzeli bir Yorkshire Terrier annesiyim ben. Onlar köpek biz insan olsak da o ufaklıkların "sahibiyim" değil de "annesiyim" ya da "babasıyım" demeyi tercih ederiz biz Yorkshire bebeği olanlar. Kucağımızda taşırız onları; ana kucağına bile koyarız. Pijamasından kazağına, montundan elbisesine çeşit çeşit kıyafetler alır ya da dikeriz onlara. Kız erkek farkı gözetmeden süslü tokalarla o uzun, ipek saçlarını tutturur, rengarenk boyatırız. Onlarla uyur, onlarla uyanırız. Yeri gelir çizgi film seyrettirir, yeri gelir konuşuruz onlarla sanki bizi anlıyorlarmış gibi. Ve tabii ki onların dünyaya bir melek olarak geldikleri günü kutlamak amacıyla doğumgünleri de yaparız onlara. Kısacası dışarıdaki insana garip gelebilecek tüm bu hareketler biz Yorkshire ebeveynleri için son derece normaldir. Tüm bu yukarıda saydıklarımı kendim de şahsen yapmama rağmen facebook'ta üyesi olduğum Yorkshire Terrier Türkiye grubuna eklenmiş davetiyeyi okuduğumda önce biraz şaşırdım. Paspas'ın 4cü yaş doğumgününe davetliydik! Evet, biz de Tinky'nin birinci yaş doğumgününü evde aile bireyleri arasında kutlamıştık. Ama, başka bir Yorkshire'ın doğumgünü partisine hiç gitmemiştim. İlk anın şaşkınlığını üzerimden atar atmaz "Katılıyorum" seçeneğine tıklayıp başladım gün saymaya. 


Paspas'ın evinin oradaki bir parkta yapıldı doğumgünü. Yağmurlu bir Kasım günü olmasına rağmen davetli miniklerin hepsi birbirinden şıktılar. Tinky yine grubun en ufağı olarak çekingen bakışlarıyla kucağımdan inmek istemeyip, yere koyduğum anda nazlı çocuklar gibi kucak isterken, doğumgünü sahibi Paspas, "N'oluyor burada? Olan bitene el koymalıyım!" edasıyla havlayıp durdu. Annesinin kız bebek özleminden dolayı sürekli pembe giydirip renkli tokalar taktığı Petrol ise -bu özel günün hatırına olsa gerek- ilk defa erkek çocuk gibi giyinmişti :) Tatlı ve sessiz Bianca kot etekli mor kıyafeti ve takımı olan mor yağmur ayakkabılarını giymiş, tüm haşmetine rağmen hanımefendice otururken diğer ufaklıkların kimi ailelerinin kucağında etrafı meraklı gözlerle seyretti, kimiyse yağmur çamur dinlemeden çimlerde haylazca koşturdu durdu. 

Tinky'm Doğumgünü Tema
Pozu verirken
Tatlı Bianca


Petrol, Paspas, Tinky ve Arkadaşları

 Balım'la Tinky
Petrol, Paspas, Tinky


















Doğumgünü masası görülmeye değerdi. Paspas ve bir gün önce doğumgünü olan kızı için alınmış iki adet Mickey Mouse doğumgünü pastasının yanısıra biz ebeveynlere hazırlanmış tatlı ve kurabiyeler, ufaklıklara verilmek üzere gruplanmış ödül mamalara bayıldık. Annesinin yardımcı olduğu "Paspas'a mum üfletme" sahnesi ise hakikaten çok eğlenceliydi. Ufaklıklara Paspas'ın annesi Özge'nin kendi elleriyle hazırladığı doğumgünü şapkalarını taktık, şarkı söyledik, resimler çektik, hediyelerimizi verdik. Toplasan bir saat bile sürmeyen bu kısacık kutlamayı ömür boyu unutamayacağım yeni bir hatıra olarak kattım yine zihnimin anı deposuna.


Doğumgünü Çocuğu Paspas

Doğumgünü Masası



Ben irili ufaklı tüm dört ayaklı "can"ları çok ama çok seviyorum. 
Onların koşulsuz sevgileri bu dünyadan hiç eksilmesin. 

Paspas, dünya tatlısı annesi Özge Lal ve Tinky
Şehnaz Tuna


18 Kasım 2014 Salı

17 Kasım 2014 Pazartesi

KİMBİLİR NE HÜZNÜ VARDIR O YALNIZ DENİZ FENERİNİN...

Yalnızlığı seviyorum. Yalnızken daha çok düşünüyor, daha çok yaratabiliyorum. Ama herşeyin olduğu gibi bunun da bir limiti var. Uzayan yalnızlıklar bana hüzün veriyor. Benzer bir hüznü tek başına kalmış herhangi bir figür gördüğümde de yaşıyorum. Canlı olsun, olmasın farketmez; yalnız bir meşe ağaçı, kaldırımda kıvrılmış yatan ufacık bir kedi, gökyüzündeki ayın yapayalnız görüntüsü kalbimi burkmaya yetiyor. Bir de deniz fenerleri... Ne hüzünlü görüntüleri vardır açık denizde kayalıkların üzerine inşâ edilmiş bu ışık kulelerinin. Bir zamanlar ışıklarıyla gemicilerin vazgeçilmez rehberi olan deniz fenerlerine duyulan gereksinim -günümüzde uydu haberleşme sistemindeki gelişmeler ve fenerlerdeki otomasyonun yaygınlaşmasından dolayı- giderek azalmaktadır. Belki ben bu yüzden artık daha da fazla hüzünleniyorum tek arkadaşı ara sıra yanlarına uğrayan birkaç martı olan bu kulelere ait bir resim gördükçe.  





Eskiye ait ihtişam ve asaletini muhafaza etmek istercesine vakur bir şekilde dimdik ayakta durmaya çalışan yaşı geçkin İstanbul efendilerine benzettiğim bu kulelerin tarihi oldukça eskiye dayanıyor. En eski deniz feneri milattan önce 7ci yüzyılda bugünkü adıyla Kumkale (Çanakkale) olan Sigeon'da yapılmış. İstanbul Boğazı'nın Trakya yakasındaki Timée ile karşı kıyısındaki Chrysopolis (Üsküdar) fenerleri milattan önce 2ci yüzyılda yapılmış. Dünyanın antik çağdaki yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri ise milattan önce 280 yılında Pharos adası üzerinde yapılmış. Şöhret ve yüksekliği bugüne kadar aşılamamış, yüksekliği 135 metre olan bu fener 14cü yüzyılda meydana gelen bir depremde yıkılmış.


Dalgalı deniz ve tuzlu suya dayanıklı olmasından dolayı çoğunlukla taştan yapılan ilk deniz fenerlerinde ışık saçmaları için yakıt olarak ateş, reçineli odun ve madensel yağlar yakılmış. Deniz fenerleri ile alakalı çok ilginç bilgiler de var. Fenerciler hava koşullarından dolayı uzun süre karaya çıkamadıklarından, yiyecekleri tükendiği zaman aydınlatmada kullanılan hayvansal ve bitkisel yağ kökenli mumları yemeleri gerekebiliyormuş. Bazen de fanus içine o kadar çok deniz suyu giriyormuş ki fenerciler sularla beraber merdivenlerden sürüklenmemek için kendilerini merdiven korkuluklarına bağlamak zorunda kalabiliyorlarmış. 

Günümüzde otomatiğe bağlanan fenerlerin hiçbirinin içinde bekçileri olan o fenercileri yok artık. Dolayısıyla tarihin bu heybetli ama sessiz sedasız rehberlerinin bir çoğu kaderleriyle başbaşa bırakılmış durumda. Tarihi eser niteliğindeki bu büyüleyici ışık kulelerinin her birinin hikayesini ayrı ayrı merak ediyorum. Kimbilir ne yalnız geceler, ne hüzünler yaşandı onların içinde. Ama bizler bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Sadece bakıp şöyle bir iç çekeceğiz. İşte o kadar...

Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Deniz Feneri şiiri ile yazıma son verirken belki göz atmak isterseniz diye içerisinde sevdiğim deniz feneri resimlerini toparladığım "pinterest" panomun bağlantısını paylaşıyorum:

Uzanmış koca burun açık denize doğru,
Lacivert ve gri gecenin değerinde.
Karanlıkla başlar bir dünya sevgisi,
Deniz feneri parlar,
Talihe aldırmadan kayalar üzerinde.

Bulutlar birleşir alaca düzlüklerde,
Çöker uzak limanlardan bir sis.
Bir sıkıntı başlar karanlığında kaderin,
Bildirir, yanınca yanınca,
Ömrün neresindesiniz, aşkın neresindesiniz?

Yüreğin mi daralıyor, yıldız ışığında,
Bırak anılar gitsin biraz daha geri.
Ruhu götürmeden vakit yürüyebilir,
Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl,
Hep bu benekte bu deniz feneri.

Bak deniz savaşlarına, yaşlı korsanlara,
Uçan dalgalara, uyuyan rüzgara bakmış,
Bir tek göz kadar kara ve mavi,
Enginle boş,
Kısmetsiz balıkçılara bakmış.

Saçlarında tuz kokan, ölü kokan bir serinlik,
Yüzünde bir fırtına tadı.
Durursun yorgun, umutsuz,
Birden bir daha yanıp söner, sevinçle titrersin,
Bir şey, belki de yaşaman uzadı.

Yaslıdır dulların ölçülmez özleminde,
Güçlüdür kocaman geceleri taşır.
Delidir, konuşmaz, uyumaz,
Sonrasızlığın iyiliğini bekler, kötü günlerden,
Akıllıdır.

Sarhoş gemilerimiz sallanır sallanır,
Gömülmüş kasırgaların uykusuyla belli,
Kayalar mezarlara benzer enginlerden,
Duyulur sudan göğe kadar,
"Ölüsü kandilli."

Vakit yok olur, zamandan boşalır varlık,
Düşmez burçlardan haber.
Bir uğursuzlukla ağır ve yorgun,
Bütün insanlar bitti sanırsınız,
Deniz feneri gülümser.


Şehnaz Tuna




15 Kasım 2014 Cumartesi

PEMBE SAKURAM: FAZIL SAY PİYANOYU SADECE KONUŞTURMUYOR...

PEMBE SAKURAM: FAZIL SAY PİYANOYU SADECE KONUŞTURMUYOR...: Bizim jenerasyonun çocukluk klasiklerindendir. Bir dönem ya ders alıp bırakmışızdır, ya da İstiklal Marşı veya piyanoda çalınan başka bir ş...

14 Kasım 2014 Cuma

FAZIL SAY PİYANOYU SADECE KONUŞTURMUYOR...

Bizim jenerasyonun çocukluk klasiklerindendir. Bir dönem ya ders alıp bırakmışızdır, ya da İstiklal Marşı veya piyanoda çalınan başka bir şarkıyı ezberleyip "Bak ben piyano çalabiliyorum!" edasında gördüğümüz her piyanoya yapışıp kendi çapımızda resitaller vermişizdir. Benim de piyanoyu söktüğüme inandığım şarkı "Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü..." diye başlayan ve sadece ilk satırını bildiğim İsmail Dede Efendi'nin (bunu da yazım için araştırırken öğrendim) Gülnihal bestesidir. Öyle kazınmıştır ki bu şarkı beynime, şu an geçsem bir piyanonun karşısına, iddia ediyorum çalabilirim. Ama o kadar... Mevcut yaşımdaki piyano kültürüm ana hatlardan ibaret. Fazıl Say'da bu çerçevede "Piyanoyu Konuşturan Adam", "Klasik Müziğin Dâhi Çocuğu" sıfatlarıyla kendimi bildim bileli duyduğum, dinlediğim hatta güncel tarihimizde de konu olduğu bazı siyasi polemiklerini takip ettiğim, ülkemizin gurur kaynağı bir piyanistti benim için. Ama ben Fazıl Say'ı canlı olarak hiç seyretmemiştim. Ne çok şey kaçırmışım!

Eminim hepiniz, özellikle yabancı misafirlerinize şehri gezdirirken kendi kendinize şu cümleleri kurmuşsunuzdur: "Ya ben bu Kapalıçarşı'ya neden gelmiyorum?" "Sultanaahmet Meydanı ne kadar büyüleyici aslında!" "Hep aynı yerlerde gezip duruyoruz. Gelmek lazım buralara." Sonra o misafirler ülkelerine dönerler. Biz yine aynı kısır döngü içinde yuvarlanır gider, unuturuz tüm bu söylediklerimizi. Taa ki yeni bir yabancı misafirimiz gelene kadar.  Fazıl Say da benim için böyle oldu açıkcası. Say her sene İstanbul'da birden fazla konser veriyor. Ama ben bir türlü fırsatını bulup (bu da kendimizi kandırma terimidir) gidememiştim. Geçen ay bu zinciri kırdım ve Enka Kültür Sanat Buluşmaları kapsamında yer alan Fazıl Say Piyano Resitali'ni görür görmez biletlerimi aldım. 


Fazıl Say'ı burada anlatmaya hiç gerek yok. Internete girildiği anda doğumundan itibaren her türlü bilgi var çünkü. Benim bloğumun amacı ise yaşadıklarımı ölümsüzleştirmek. Bu yüzden de ben burda bu resitalin bana hissettirdiklerini sonsuza kadar bâki kılmak istedim. Enka İbrahim Betil Oditoryum'unda gerçekleşen resitalde yerler numarasızdı. Biz onbeş dakika erken gelmemize rağmen ancak son sırada yer bulduk. Hiç de fena olmadı. Çünkü, çok da uzak olmayan kuşbakışı açısıyla  izlediğimiz için Say'ın sahneye giriş çıkışından, vücut ve el hareketlerine, piyanonun konum ve ışıklandırmasına kadar  resitalin tüm ruhuna hakim olduk. İki bölümden oluşan resitalde Modest Musorgsky ve Beethoven'dan eserler çalan Fazıl Say gerçekten bir dâhi. Neredeyse gözümü kırpmadan izlediğim konserde Say ince notalarda piyanoyu bir nakış gibi işledi. Sonra bir anda piyanonun öbür ucuna geçip piyanoyu şahlandırdı. Evet, izlerken gerçekten de o tonlarca ağırlıktaki devasa piyanonun heybetli bir şekilde şaha kalktığını hayal ettim. Daha doğrusu bana hayal ettirdi Say. Bir canlı ile bir eşyanın uyumu ancak bu kadar olabilirdi. Yeri geldi "Gözüm yanlış mı görüyor yoksa aslında bu piyanoyu çalan görünmez gizli bir üçüncü el mi var?" diye düşündüm. Bir insanın iki eli o tuşlar üzerinde bu harikaları nasıl yaratabilirdi? Verilen onbeş dakikalık ara ve bis ilavesi ile iki saate yakın süren resitalden çıktığımda tertemiz olmuş ruhumla büyülenmiştim. 


Albümden bir parça: Ses-Say Plays Say

Fazıl Say, "Bir piyanistin piyano müziği olarak adlandırdığı" son albümü "Say Plays Say"'ın konserlerini vermeye başladı. Fırsatını bulursanız muhakkak izlemenizi önerir; yazımı Fransız gazetesi Le Figaro'nun Fazıl Say'ı tanımladığı cümle  ile sonlandırmak isterim:

"O sadece dâhi bir piyanist değil, 
şüphesiz ki 21. yüzyılın en büyük sanatçılarından biri olacaktır."

Şehnaz Tuna 


11 Kasım 2014 Salı

PEMBE SAKURAM: 90 DAKİKA BOYUNCA KÖR OLDUM. KARANLIĞIN SESİ VARMI...

PEMBE SAKURAM: 90 DAKİKA BOYUNCA KÖR OLDUM. KARANLIĞIN SESİ VARMI...: Bu yazıyı okumaya başlamadan önce sizden bir isteğim olacak. Saatinize bakın ve gözlerinizi sımsıkı kapayın. Tutabildiğiniz kada...

90 DAKİKA BOYUNCA KÖR OLDUM. KARANLIĞIN SESİ VARMIŞ MEĞERSE!


Bu yazıyı okumaya başlamadan önce sizden bir isteğim olacak. Saatinize bakın ve gözlerinizi sımsıkı kapayın. Tutabildiğiniz kadar kapalı tutun lütfen ve gözlerinizi açtığınızda ne kadar dayanabildiğinizi görmek için saatinize yeniden bakın...

Beş dakikadan daha fazla dayanabildiniz mi? Muhtemelen hayır. Peki ya bir ömür boyu karanlıkta kalmak? Düşüncesi bile insanı bunaltmaya yetiyor öyle değil mi? Ama maalesef dünyada ve çevremizde, kimi doğduğu günden beri, kimi ise istenmeyen tıbbi durumlar neticesinde karanlığa mahkum birçok görme engelli insan var. Ve ben geçtiğimiz hafta içerisinde "Karanlıkta Diyalog" adlı proje sayesinde onların dünyasında tam tamına bir buçuk saat geçirdim. Zihnime ölümsüz bir anı olarak kazınıp, ruhumda ise apayrı bir yer edinen bu çok özel deneyimi sizlerle de paylaşmak istiyorum...

"Karanlıkta Diyalog" 1988 yılında Almanya'da felsefe doktoru Prof. Dr. Andreas Heinecke tarafından oluşturulup hayata geçirilmiş bir proje. Dünya üzerinde 130 şehirde yaklaşık 7 milyon insana ulaşmış bu proje HE Projects ve S360 işbirliğiyle, Dünya Göz Hastanesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi ana sponsorluklarında ilk defa bu sene Türkiye’ye getirilmiş. Bu proje kapsamında Gayrettepe Metro İstasyonu’na kurulmuş yaklaşık 1600 metrekarelik zifiri karanlık bir alanda ziyaretçilerin görme engelli rehberler eşliğinde, yaşadıkları şehrin sembolik semtlerinde günlük hayattan bazı kesitleri aynı bir görme engelli gibi deneyimlemeleri sağlanıyor. Biz de kızımla beraber katıldığımız bu organizasyonda çok farklı duygular yaşadık.

Saat, çanta ve montlarımızı özel olarak ayrılmış dolaplara kilitleyip saatimizi beklemeye koyulduk. Vakit geldiğinde son derece güleryüzlü bir bayan görevli eşliğinde, karanlıkta yardımcımız olacak sopaları almak üzere odaya girip de gün ışığını yavaş yavaş arkada bırakmaya başladığımızda tedirgin olmadım desem yalandır. Fotoğrafçı olan kızım Deniz'in karanlık oda deneyimi olduğu için o çok daha rahattı. Zifiri karanlığa girdiğimizde bir sonraki adım doksan dakika boyunca bize eşlik edecek görme engelli rehberimiz Abidin'le buluşmak oldu. Biraz grup psikolojisi, ama asıl sempatik rehberimizin harika enerjisi ile kısa bir süre içinde bu tedirginlikten eser kalmadı bende. Abidin 30 yaşından sonra kör olmuş. Ama müthiş yetenekli. Kendisi masör. Ayrıca yüzme şampiyonu. Espritüel bir şair. Belki denersiniz diye burada çok fazla detaya girmek istemiyorum. Ama ana hatlarıyla anlatmak gerekirse, nasıl geçtiğini anlayamadığımız bir buçuk saat boyunca bu devasa alanda kurulmuş birbirinden farklı dekorlarla görme engellilerin kapkaranlık dünyasında son derece gerçekçi bir şekilde tramvay ve vapura bindik, İstiklal caddesine gittik, bankta oturduk, alfabelerinin mantığını öğrendik, kafede paramızla çay alıp içtik, beraber şarkılar söyleyip sohbet ettik.

Işığa geri kavuştuğumuzda bu deneyimden bana arta kalan bilgi ve hisler ise şunlar oldu:
  • Üzülüp acıdığımız ama çoğu zaman empati göstermeyi ihmal ettiğimiz görme engelliler düşündüğümüzün ötesinde yetenek, algı ve espri anlayışına sahipler. 
  • Rehberimizin de dediği gibi, bizler engel koymadıkça görme engelliler sopasız bile yürüyebilir hatta koşabilirler.
  • Görme engelliler senede 40-50 kitap dinleyebiliyorlar. Bizlerin görme engelliler için gönüllü olarak yapabileceği projelerden biri de Dünya Göz Hastanesi önderliğindeki "Kitap Okuma" projesi. Seçtiğiniz bir kitabı stüdyoda seslendiriyorsunuz. Ben ve kızım bu projeye katılacağız. Sizler de katılmak isterseniz daha fazla bilgi için info@dunyagozvakfi.org'a yazabilirsiniz.
  • Birçok görme engelli avukat ve sekiz branşta akademisyen varmış. Yani görme engelliler bizlerin yaptığı her işi yapabiliyorlar
  • Teknolojinin de sayesinde görme engelliler cep telefonu ve bilgisayarı da oldukça rahat kullanabiliyorlar.
  • Doksan dakika boyunca sohbetten arta kalan sessiz anlarda fark ettim ki aslında karanlığın sesi varmış. O da iç sesimiz. İç sesimle daha önce hiç bu kadar direkt karşı karşıya kalmamıştım sanki!
  • Sadece kendi istediğim zaman kapayıp açabildiğim gözlere sahip olmak ne büyük bir lütufmuş!


Bana göre kesinlikle yaşanılmasi gereken bu eşsiz deneyim İstanbul'lulara hiç de uzak degil. Şehrin tam göbeğinde, Gayrettepe Metrosu sergi alanında sizleri bekliyor. Daha fazla bilgiye asağıda vereceğim bağlantıdan ulaşabilirsiniz:

Yazımı sonlandırırken sizden bir ricam daha olacak. Hadi şimdi yeniden kapayın gözlerinizi. Bu sefer saat tutmadan. Sadece kapayın ve o çok korktuğumuz karanlık dünyada istenilirse ne mucizeler yaratılabilineceğini hayal edin; yeter ki bizler engel olmayalım! 

Kendi aydınlığımızla karanlık dünyalara az da olsa ışık tutabilmemiz umudumla...

Şehnaz Tuna







7 Kasım 2014 Cuma

PEMBE SAKURAM: BU "ANNE YEMEĞİ"NİN SIRRI NE?

PEMBE SAKURAM: BU "ANNE YEMEĞİ"NİN SIRRI NE?: Ben babamı çok erken yaşta kaybettim. Ama babam giderken geride bana öyle bir "Anne" bıraktı ki ben bugün sapasağlam ayakta duru...

BU "ANNE YEMEĞİ"NİN SIRRI NE?

Ben babamı çok erken yaşta kaybettim. Ama babam giderken geride bana öyle bir "Anne" bıraktı ki ben bugün sapasağlam ayakta duruyorsam o da annemin sayesindedir. Dünya varolduğundan beri tüm canlılar için en kutsal varlık -hiç kuşkusuz- annedir diye düşünüyorum. (Bazı istisnalar muhakkak var tabii ki, ama onların da benim bu yazımda hiç mi hiç yerleri yok. Olmasın da!) Bir de, insan isterse 50 yaşında olsun, eğer annesi hayatta ise hiç büyümüyor sanki. Ben öyleyim en azından. Biri 18, diğeri 17 yaşında iki ergen çocuğum olmasına rağmen annemin yanında olduğum anda hemencecik "annemin kızı" formatına geçip şımarıveriyorum. Annem de buna hiç hayır demiyor. Allahım ne büyük bir lüks! 

Annem, Ben ve Benim Kızım

Geçtiğimiz günlerde, olgun ve yetişkin kimliğimi büyük bir hevesle askıya astığım harika bir haftasonu geçirdim yine. Annem bize geldi! Dedim ya, herkesin annesi kendine kutsal, kendine özel. Ben de burada annemi yazmaya kalksam şu an, herhalde sayfalar sürer. Ama niyetim o değil açıkcası. Niyetim geçirmiş olduğum bu huzurlu haftasonundan mini bir kesidi burada şükranla ölümsüzleştirmek ve bir de bu yaşıma kadar halen çözemediğim bir olguyu sorgulamak. Anne yemeği konusu... Hamileliği de sayarsak tam tamına 19 senedir anneyim. Yemek yemeyi sevdiğim için güzel de yemek yaparım. Üstelik tüm yemek repertuarım da annemden. Peki, benim yemeğim neden anneminki gibi olmuyor? Avrupa ve Amerika'nın hatırı sayılır restorantlarında yemek yedim. Ama annemin mantısını, yaprak sarmasını, barbunyasını yerkenki keyfi hiçbir yerde alamadım açıkcası. Hepimiz için anne yemeğinin tadı tuzu farklı değil midir gerçekten de? Hiç sormadım aslında ama eminim annem için de kendi annesinin yemeği eşsiz ve lezzetlidir. Annelerimizin yaptığı yemeği yerken çocukluğumuza dönüyoruz belki de... Belki de kısa bir an için bile olsa üzerimizde yetişkinler dünyasının yükü yokmuş gibi yiyoruz o mis gibi tereyağ kokan peynirli makarnayı, buharı tüten pilav üstü salçalı kuru fasulyeyi. O yüzden de daha bir lezzetli geliyor tadları, kimbilir? Belki de annemizin koşulsuz sevgisi, "eşi benzeri yok" kılıyor o yemeği . Hani derler ya "sevgi katarak pişirmiş" diye. 

Sebebi ne olursa olsun yeter ki annemin yemekleri olsun. Varsın benim yemeğim onunki gibi olmasın, ama yeter ki annem olsun... 

Annem Mutfakta

Annemin Şehriyeli Pilavı, Barbunyası, İzmir Köftesi ve İmambayıldısı

Oğlumla Annem
Güzel Aşçı




Şehnaz Tuna

2 Kasım 2014 Pazar

PEMBE SAKURAM: AŞURE ASLINDA BİR VEGAN TATLISI!

PEMBE SAKURAM: AŞURE ASLINDA BİR VEGAN TATLISI!: Kendimi bildim bileli bizim evde hep aşure yapılırdı. Ben bu aile geleneğini kendi evimde devam ettiremedim malesef. Ama, annem halen her s...

1 Kasım 2014 Cumartesi

AŞURE ASLINDA BİR VEGAN TATLISI!

Kendimi bildim bileli bizim evde hep aşure yapılırdı. Ben bu aile geleneğini kendi evimde devam ettiremedim malesef. Ama, annem halen her sene sektirmeden yaptığı aşureden bize muhakkak getirir. Hatta bazı seneler bereket olsun diye bu şahane tatlıyı bizim evin mutfağında da yapmışlığı vardır. Aşure, Hicri takvime göre Muharrem ayı'nın onuncu günü yapılan bir tatlı. Muharrem ayı bu sene 24 Ekim 2014'te başladı. Diğer günlere göre bereketin ve merhametin daha bol olduğu "Âşura" günü ise bu seneki Muharrem ayının onuncu günü olan 3 Kasım'a denk geliyor. Annem bu yıl da tam tamına dört saat uğraşarak muhteşem aşuresini yapmış. Bize de kocaman bir kase getirdi. 

Annemin Aşuresi 
Aşure ve tarihçesi ile ilgili sahip olduğum kulaktan dolma bilgilerime yenilerini eklemek için biraz araştırma yaptım. Tarih boyunca peygamberlerle ilgili birçok kurtuluş mucizelerinin yaşanmasına sebep oluşundan dolayı Muharrem ayı ve bu ayın onuncu günü, tüm dinlerde kutsal olarak kabul edilmiştir:

1. Hz. Adem peygamberin tövbesi bu günde kabul edilmiştir. 
2. Hz. Yunus peygamber karnının içine düştüğü balıktan bu gün kurtulmuştur.
3. Hz. Nuh'un gemisi bu günde Cudi dağına demirlenmiştir. 
4. Hz. Yusuf'un kardeşlerinin attığı kuyudan kurtulduğu gün bugündür. 
5. Hz. İsa'nın doğduğu ve semaya yükseldiği gün bugündür. 
6. Hz. Eyüp, hastalığından aşure günü gecesi kurtulmuştur.
7. Hz. Yakup'un gözleri o gece görmeye başlamıştır. 
8. Hz. Davud'un tövbesi bu gece kabul edilmiştir. 

Hz. Hüseyin'in Kerbela Savaşı'nda şehit düştüğü gün de aşure gününe denk gelmektedir. Bu yüzden Muharrem ayında tutulan oruç ve yapılan aşure aleviler için daha ayrı bir mana ve matem havası taşımaktadır. Aleviler, bu ayda ölen imamların sayısı 12 olduğu için, 12 gün boyunca tuttukları oruç boyunca su içmezler ve et tüketmezler. Sadece Müslümanlara özgü olmayan bu tatlı, Ermeniler tarafından özel günlerde, Ortodokslar (Rum, Bulgar, Sırp) tarafından da oruç dönemlerinde yapılmaktadır. 

Nuh'un Gemisi
Araştırmalarım esnasında hoş bir tespit gözüme çarptı. İslami inanca göre Nuh Peygamber Büyük Tufan'dan sonra karaya ayak bastığında elinde kalan son malzemelerle bu tatlıyı yapmış. Buğday, nohut, toz şeker, fasulye ve pirincin ana malzemelerini oluşturduğu, süsleme için de ceviz, çam fıstığı, badem, nar, susam ve tarçın gibi kuruyemiş, meyve ve baharatların kullanıldığı aşure, içeriğinde hiçbir hayvansal ürün içermemesi itibarıyla vegan bir tatlı aslında. Çocukluğumdan beri tükettiğim kırk yıllık aşurenin, nispeten yeni bir akım olan veganizm ile ilişkilendirilmesi, ilerisi için hedefi vegan beslenmek olan çiçeği burnunda bir pesko-vejeteryan olan benim çok hoşuna gitti. 

İçine konulan malzemenin en az yedi çeşit olması gereken ve yaklaşık 15 farklı malzemenin karışımı ile hazırlanan aşure oldukça enerji verici ve vücut direncini de arttıran bir besin. Aşure geleneğinin diğer bir özelliği ise evlerde pişirilen tatlının tabak ve kaselere konulup, komşu ve akrabalara dağıtılarak paylaşılmasıdır. Bu özelliği ile de aşure geleneği, paylaşma, dayanışma ve sevginin ifadesi, bolluk ve bereketin de simgesi olarak görülmektedir. 

Çocukluk lezzetimin tarifini buradan sizlerle de paylaşmak istedim. Daha 3 Kasım'a var. Haydi mutfağa!

Malzemeler:
2 su bardağı yarma buğday
1 su bardağı nohut
1 su bardağı kuru fasulye
2 su bardağı kuş üzümü
400 gr kuru kayısı
400 gr kuru incir
1 çay bardağı pirinç
1 portakal kabuğu rendesi
1 elma
1 kg şeker

Süsleme için:
150'şer gram fındık, kabukları soyulmuş badem, dolmalık fıstık, dolmalık siyah üzüm, nar tanesi

Yapılışı:
Kuru fasulye, nohut, buğday bir gece evvelden ayrı ayrı kaplara konup ıslatılır. Ertesi gün suları dökülerek sertliği alınana kadar temiz su ile haşlanır. Nohutun kabukları soyulur. Kayısı ve kuş üzümü karası atılması için sıcak suda 5 dakika kaynatılıp süzülür. Buğdayın içine nohut, kuru fasulye, pirinç, portakal kabuğu rendesi, küp küp doğranmış elma, kuş üzümü ve zar boyutunda doğranmış kayısı ve en son incir atılarak kısık ateşte kaynamaya bırakılır. Yaklaşık 15 dakika sonra şeker ilave edilerek bir 15 dakika da şekerle kaynatılır. Kepçe ile kaselere konur. Soğumaya bırakılır. Soğuduktan sonra üzerine fındık, kabukları soyulmuş badem, dolmalık fıstık, dolmalık siyah üzüm, nar taneleri ile süslenir. Arzuya göre üzerine tarçın veya gül suyu ilave edilir. Afiyet olsun! :)

Şehnaz Tuna