28 Eylül 2014 Pazar

SONBAHAR'IN MÜJDECİSİ: İKSV "filmekimi" 11-17 Ekim 2014

2002 yılından bu yana her sonbahar İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, mevsimin müjdecisi niteliğindeki "filmekimi" etkinliği bu sene 11-17 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek. Başarılı yapımları 13cü defa seyirciyle buluşturacak olan filmekimi ne mutlu ki bu sene Ankara, İzmir, Bursa, Diyarbakır, Urfa ve Trabzon illerinde de gösterim yapacak. Bu etkinlik boyunca Cannes ve diğer önemli festivallerde ödül almış yeni filmler gösterildiği gibi, ülkemizde vizyona girecek olan bazı filmlerin de gala gösterimleri yapılmaktadır. 


Bu sene, Çocukluk, Leviathan, Turist, Mommy, Whiplash, Mr. Turner, Pasolini, Karda Bir Beyaz Kuş ve Yıldız Haritası gibi filmler öne çıkmakta. Bunlar ve etkinlikte yer alacak diğer tüm filmler hakkında daha detaylı bilgiye verdiğim bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz:


13. filmekimi kapsamında yalnızca önemli filmler değil, etkinlik önce ve sonrasında eğlenceli partiler de yer alacak. Etkinliğin İstanbul gösterimlerinin ilk ve son günlerinde Fil'm Hafızası işbirliğinde gerçekleştirilecek iki parti de sinemaseverleri bekliyor olacak. "Filmekimi 216" ve "Filmekimi 212" temalı bu partiler hakkında bilgi almak isteyenler bu bağlantıyı kullanabilirler:
http://www.lalekart.org/haber/filmekimi-216-ve-filmekimi-212-sinefillere-partiler

Beyoğlu Beyoğlu, Beyoğlu Atlas, Kadıköy Rexx ve Nişantaşı City's sinema salonlarında gösterime girecek filmlerden çoğuna bilet bulmak şimdiden zorlaştı. İKSV'ye bağlı Lale Kart'lardan birine sahipseniz yer bulmak biraz daha kolay oluyor. Çünkü, kart sahiplerine öncelikli satış yapılıyor. Ben bu sene sahiplendiğim Lale Kart'ım sayesinde gitmek istediğim dört filme (Whiplash, Pasolini, Yıldız Haritası, Karda Bir Beyaz Kuş) biletlerimi aldım. Kaçırmak istemiyorsanız sizler de elinizi çabuk tutun! Benden söylemesi :)

Şehnaz Tuna







27 Eylül 2014 Cumartesi

BOZCAADA'MIZA DOKUNMASINLAR...

Bu dünyada yaş almaya devam ettikçe çocukluğumun tatil beldelerinin birer birer talan edilerek "şehrimsi" yerleşim yerlerine dönüştürüldüğünü görmek canımı acıtıyor. Buna en içlendiğim örneklerden biri hiç kuşkusuz Bodrum. Kışın kalın kazaklarımızla dışarı tabure koyup oturduğumuz "Ora Bar" artık yok. Kıyısında taş sektirdiğimiz, tahta masa ve sandalye dizili Türkbükü sahilinin ne hale geldiğini yazmaya ise elim varmıyor. "Aman bari Alaçatı'ya dokunmasalar!" diye tasalanırken geçtiğimiz hafta Bozcaada ile ilgili okuduğum haber içimi cızlattı. 

8 Eylül 2014 tarihinde askıya çıkan yeni çevre düzeni planı Bozcaada'nın neredeyse yüzde 90'ını imara açıyormuş! Yeni plana göre, Türkiye'nin en önemli doğal SİT alanlarından biri olan Bozcaada'nın tarım alanları "bağ evi" adı altında, meşhur Akvaryum Koyu da "kentsel gelişim alanı" ve "turizm tesis bölgesi" adları altında imara açılıyor. Bu plana göre tarımsal tesisler yapılabilecek. Sonuç olarak güzelim Akvaryum Koyu'nun otel yığınına dönüşeceği ve yapılacak bağ evleri ile ada nüfusunun 2040'a kadar 5 kat artacağı ön görülüyor. 

Bozcaada'dan yemyeşil bağ görüntüsü

Ben geçtiğimiz Mayıs ayında, çok sevdiğim dostlarımla Bozcaaada'ya şahane bir seyahat yaptım. Ada'ya resmen aşık oldum. Dolayısıyla bu haber beni oldukça sarstı. Seyahati anlatmaktansa paylaşacağım birkaç resmin hislerime tercüman olacağını düşünüyorum:


Benim sadece bir kere gidişle içimin cızladığı bu gelişmeye ada halkı da sessiz kalmamış tabii ki. Okuduğum www.bozcaadahaber.net kaynağına göre Bozcaada Forum üyeleri bu plana tepki göstermişler. Hatta geçtiğimiz günlerde toplanan forum, Bozcaada için ciddi bir tehlike olduğu düşünülen bu plana karşı harekete geçme kararı almışlar. Alınan karara göre bu imar planına karşı itiraz dilekçeleri hazırlanacak ve bayramın ikinci günü bir protesto yürüyüşü düzenlenecekmiş. Ayrıca, bayram süresince gelen konuklar da imar tehlikesi ile alakalı bilgilendirilerek kendilerinden imza toplama yoluyla destek istenecekmiş. İdari bilimlerden dilekçelere cevap gelmemesi halinde bireysel olarak mahkemeye başvuru yapacaklarını da belirten forum katılımcıları, yeni imar planını kesinlikle kabul etmeyeceklerini ve mücadeleden vazgeçmeyeceklerini de dile getirmişler. 

Bozcaada halkının bu onurlu mücadelesinden vazgeçmemesi benim de en büyük şahsi temennim. Kendilerini gönülden destekliyor, izledikleri yolda kendilerine bol şans diliyorum. 


Bozcaada Rengigül Konukevi'nin Bahçesi

Şehnaz Tuna




23 Eylül 2014 Salı

UÇ UÇ BÖCEĞİM ANNEN SANA TERLİK PABUÇ ALACAK...

Bu akşam bilgisayar başında çalışırken ezelden beri her tür hayvan ve böcek (akrep, yılan ve fare dahil) delisi kızım odasından koşarak yanıma geldi; "Anneeee, bak bir anda başucumda ne beliriverdi?" diye. Bir baktım, sonbaharın başlangıcı bir gece yarısında güzel kızımın narin parmağının ucunda onun gibi narin, minicik bir uğur böceği. Bundan tam 4 hafta önce yine bir gece vakti, bu sefer de benim su içtiğim bardağın yanında ufacık bir uğur böceği belirmişti. Durumu en doğru anlatan fiil hakikaten tam da bu: "Belirdi". Uğur böceği, sivrisinek ya da karasinek gibi vızıldamıyor. Bir bakıyorsunuz o kıpkırmızı rengi ile ortaya çıkıvermiş sessiz sedasız. 


















Böcek deyince tüyleri ürperenlerin sayısı bir hayli fazladır. Bu genellemenin aksine adını duyduğumuzda bırakın ürperip iğrenmeyi, tam aksi duygularla daha da ileri gidip elimize almak isteyeceğimiz kadar estetik ve uğruna inandığımız bir böcektir, Coccinellidae familyasına ait uğur böcekleri. Eline uğur böceği konan kızın evleneceği ya da üzerine uğur böceği konan kişinin dileklerinin gerçekleşeceği bu inanışlardan bazıları. Fobi derecesinde böcek korkusu olan ben bile uğur böceği görünce onu derhal elime alır, başlarım içimden söylemeye o meşhur "Uç uç böceğim annen sana terlik pabuç alacak" tekerlemesine; parmak uçlarımda gezinen uğur böceği uçsun da dileğim gerçekleşsin diye binbir cambazlık yaparak. 


Çocukluğumuzdan beri tekerlemesini söylediğimiz, elimize konduğunda mutlu olduğumuz, resmini çizdiğimiz uğur böceğinin bilmediğimiz o kadar çok yanı varmış ki: 
  • Hanımböceği (Ladybug), Gelinböceği, Uçuçböceği olarak da bilinen uğur böceklerinin 5000 kadar türü var. 
  • Yumurtlayarak çoğalıyorlar. Yavru bakımları ise yok. 
  • Kozadan ilk çıktıklarında altın rengindeki kanatlarında önce benek bulunmuyor. Kapakçıklar altındaki tül inceliğindeki kanatlar kurumak için dışarı çıkıyor. Ve, harikulade değişim başlıyor. 
  • Kırmızı, siyah, sarı ve kahverengi zemin üzerinde yedi ya da iki adet olarak bulunan benekler düşmanlara "tadım acı" diye uyarı sinyali gönderiyor. 
  • Tehlike anında pis bir sıvı salıp kendini yere atarak ustalıkla ölü taklidi yapabilen uğur böcekleri bu şekilde düşmanlarından kurtulabiliyorlar. 
  • Binlerce uğur böceği bir araya gelerek elverişli barınaklarda kış uykusuna yatıyorlar. 
  • Larva ve erginleri bitkiler üzerinde yaşıyorlar. 
  • Bir uğur böceği hayatında 3000'den fazla yaprak bitini yok ettiği için biyolojik ve zirai mücadelede yaygın olarak kullanılıyorlar. 
Bu son madde, uğur böceklerinin uğuruyla alakalı rivayetin de kaynağı. Hikayeye göre, zamanın birinde bahçeleri zararlı böcekler istila etmiş. İnsanlar çaresizlik içinde, nasıl mücadele edeceklerini bilemezken uğur böcekleri ortaya çıkıvermiş ve bitkilere zarar veren ne varsa hepsini yiyerek yok etmişler. İşte o günden sonra insanlık bu özel böceği uğurlu kabul etmiş. 

Uğurunun kaynağı nedir bilinmez ama biz, canı istediği kadar misafir etmeye hazırız bu tatlı, mini minnacık uğur böceğimizi, kaldığı müddetçe evimize getireceği uğur ve bereketine inanarak..

Şehnaz Tuna







22 Eylül 2014 Pazartesi

PARALEL EVRENDEKİ EŞBENİM ŞU AN NE YAPIYOR ACABA?

Evde geçirdiğim akşamlarımın değişmez ritüeli, kucağımda tepsi ile televizyon karşısındaki koltuğuma kurulup film ya da dizi seyretmektir. Bu akşam da tavsiye üzerine seyrettiğim 2013 yapımı Paralel Evren (Coherence) isimli film beni, filmin adını aldığı konuyu biraz kurcalamaya yöneltti. Filmin konusu oldukça sıradan: Bir kuyruklu yıldızın dünyanın epey yakınından geçeceği bir gecede bir grup arkadaş biraraya gelirler. Yemek sırasında elektrikler kesilir. Gizemli bir evde ışıkların yandığını farkeden grubun yaşadığı enteresan olayların Paralel Evren teması çercevesinde anlatıldığı bu filmde gerçekle hayal birbirine karışır. 

Aslında Paralel Evren daha önce de Donnie Darko, Butterfly Effect, Matrix ve Sliding Doors gibi hatırlarımızda yer etmiş kült filmler, Lost ve Fringe gibi hayran kitlesi milyonları bulan dizilere konu olmuş bir olgu. İsmi basit ve anlaşılır görünse de konu oldukça karmaşık. Paralel Evren en yalın anlatımıyla, "Fizik kuramına göre kuantum fiziği sayesinde insanın aynı anda birçok yerde olabilme durumu"dur.  Tanımı biraz daha yaratılışsal bir çerçeveye sokarsak: Şu an içinde bulunduğumuz evrenin atomdan daha küçük bir zerreciğin saniyeden daha kısa bir süre içinde aniden patlaması sonucu oluştuğu düşünülmektedir. Bu zerreciğin patlamadan önceki yerinde ise kara delik denilen belirsiz bir bölge bulunmaktadır. Bilimadamları bu bölgeden geçilerek fizik kuralları tamamen farklı başka bir paralel evrene geçileceğine inanmaktadırlar. Kainatın ve maddenin yaratılışını izah etmek için de kullanılan bu fizik teorisinin, matematiksel olarak mümkün olabileceği de ispatlanmıştır. 


"Bu anı daha önce yaşamıştım" ya da "Burayı daha önce görmüştüm" tarzı deja vu deneyimleri de paralel evren olgusu ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Kuantum fiziğinin bu teorisine göre dünya üzerinde birçok paralel evren ve bu evrenlerde varolmaya devam eden birçok eşbenimiz var. Yani, her hareketimiz farklı bir sonuç doğurmuş; ve bu sonuçlara bağlı olarak farklı evrenlerde apayrı deneyimler  yaşıyoruz. Kısacası, bulunduğumuz ortamda, birkaç paralel evren daha aynı anda ama farklı boyutlarda mevcut. Kulağımızla duymadığımız ya da gözümüzle görmediğimiz için bizim üçboyutlu algılama yeteneğimiz bunları algılamada zayıf kalıyor. Bunun sonucu olarak da bu evrenleri fark edemiyoruz.


Paralel Evren olgusunun gerçek olması durumunda her bir ihtimalin her bir paralel evrende farklı gerçeklestiği düşünülürse (Sliding Doors filmini izleyenler hatırlayacaktır) sonsuz paralel evren ve eşbenlerin hüküm sürdüğü yansımalar silsilesinden bahsetmek mümkün. Şu aşamada ortada kanıtlanmış ya da realize edilmiş birşey olmasa da, teorinin sadece mümkün olabilirliği ispatlanmış olsa da kuantum evreninde ne zaman bir seçim yapsam bir evrenin ve bir eşbenimin daha doğma ihtimali bana biraz ürkütücü gelmedi desem yalan olur. Diğer yandan da, yaptığım her seçimin diğer alternatifini yapsaydım neler olurdu diye düşünmek de eğlenceli geliyor. Bu yazıyı okuduktan sonra siz neler düşüneceksiniz bilmem ama ben hayatımın geri kalanına "Paralel Evren'e inanma; Paralel Evren'siz kalma !" şeklinde bir motto benimseyerek devam etme kararı aldım.

Şehnaz Tuna




19 Eylül 2014 Cuma

AMÉLIE VE BENİM MASAL DÜNYAMIN OBJELERİ...

Babamı çok erken kaybettim diye mi bilmem ama ruhumun pek de saklı olmayan köşesinde ufacık ve hiç büyümeyen, cıvıl cıvıl bir çocuk barındırırım ben. Çocuksu kadınlardanım. Başucumda duran bir kaleydoskobum vardır mesela. Hani çiçek dürbünü de dediğimiz, çevirdikçe içindeki cam ve ayna parçalarının, tüllerin ve ufak boncukların dans edercesine yer değiştirerek, masalsı bir görüntü yarattığı çocukluğumuzun dürbünü. Canım sıkıldıkça, uykum kaçtıkça, o gün biraz mahmur uyanmışsam, alırım elime kaleydoskobumu çevirir durur izlerim iç gözümle de o rengarenk görüntülerin ruhumu götürdüğü uzakları... Kaybolurum kısa da olsa o masalsı dünyada çocukluğumun vazgeçilmez oyuncağıyla. 

Kimbilir, belki de çocukluğumdur başucumda tutmaya çalıştığım aslında da o yüzden koymuşumdur o kaleydoskobu tam da yanıbaşıma...

Atlıkarınca'ya da halen aynı heyecanla binerim ben. Hani o inip çıkan atlara bir masal kahramanı edasıyla kurulduğumuz; bizi sevgi dolu gözlerle izleyen anne babamızdan, el sallayarak ayrılmanın verdiği hüznü (aslında sadece bir tur kadar kısa ama çocuk kalbimizde bize  bitmez gelen bir ayrılık sürecinden sonra) yeniden kavuşmanın sevinciyle buruk bir akordeon melodisi eşliğinde aynı anda yaşadığımız tek yer... Oldum bittim hüzünlenirim akordeon sesini duyunca. Bordo kasalı, krem rengi tuşlu akordeon elinde, çakırkeyif melodi çalan babamın silüeti belirir hafızamda. Gözlerim dolar. Özlerim...

Kimbilir, belki de akordeon melodisinden dolayı halen çok severim atlıkarıncaları ben...

İki ufacık tahta çubuğun o gökkuşağı rengindeki plakalarla buluşması sonucu çıkardığı büyüleyici tınısıyla bana göre masallar diyarının en baş çalgısıdır ksilofon. Nota ve müzikle ilk tanışıklığım onun sayesinde olmasına rağmen, adını geç yaşıma kadar (hatta itiraf ediyorum bazen hala) doğru söylemekte zorlandığım, bu çocukluğumun müzik aleti, gördüğüm her yerde çeker beni. Vurmazsam olmaz o rengarenk levhalara. Uğursuzluk olur sanki. "Do-re-mi"nin en berrak, en saf, en büyülü formunu duyarım, mutlu olurum. O ufacık aletten çıkan her ton, peri tozları eşliğinde yeryüzüne salınır sanki Walt Disney filmlerindeki gibi. Bu yaşta bile halen öyle hayal ederim. 

Kimbilir, belki de hayat çok çekilmez olduğunda, onun tınısıdır alıp götürecek olan beni -başka türlü ulaşılması zor olan- pırıltılı masal diyarlarına diye baştacı ederim ben bu minicik çalgıyı...


Kaleydoskobumun dans eden renkleri, atlıkarıncanın hüzünlü akordeon melodisi, ksilofonun büyüleyici tınısı... Masal dünyamın bu üç önemli objesini yazmama sebep olan ilham kaynağım ise Amélie Poulain'in Masalsı Kaderi (Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulin) filminin beni mutsuzken mutlu, mutluyken daha mutlu ve her daim çocuk gibi gülümseten bir parçası:  L'Autre Valse D'Amélie.


İçinizdeki masal dünyasını hiç öldürmemeniz dileklerimle...


Önemli Not: Akıllı telefon ya da tabletlerinizde Flash Player olmaması durumunda koymuş olduğum müziği dinleyemeyeceğiniz için aşağıdaki linki tıklamanızı rica edeceğim; bu müzikle yazı çok daha anlamlı olacak çünkü: http://www.youtube.com/watch?v=rcmktJEKCvE

Şehnaz Tuna










12 Eylül 2014 Cuma

FENERİNİ YAK VE BİR DİLEK TUT!

Doğuştan meraklılardanım. Soru sormadığım bir gün bile geçmez. Eminim ki şu an bunu okuyan ve benim sonu gelmeyen sorularımdan sıkça nasibini alan yakın çevremin yüzlerinde manidar bir gülümseme belirmiştir :) Bloğumun bana sağladığı en önemli faydalardan biri de bu bitmez tükenmez sorularımın cevaplarını kaydedip; onları mini bir kaynakça haline getirebilmem oldu. Son yıllarda boğaz semalarında sıkça görmeye alıştığımız "Dilek Fenerleri" geçen hafta yaşamış olduğum çok hoş ve özel bir olayın ardından soru baloncuklarımın hedefi oldular. 


















Yaz gecelerinde gökyüzünde romantik bir renk cümbüşü yaratan bu ateşten fenerlerin kökeni oldukça uzaktan geliyor. İlk olarak Uzakdoğu'da haberleşme aracı olarak kullanılan, sonrasında kutsal günlerde dilek dilenerek uçurulan dilek fenerleri günümüzde dünyanın her yerinde festivaller ve kutlamalarda kullanılmaya başlanmıştır. 

Orjinal ismi Kongming olarak bilinen bu sıcak hava balonları ilk defa üçüncü yüzyılda savaşlarda casusluk için kullanılmış. Mucidinin ünlü bilge ve stratejist Zhuge Liang olduğu söylense de bilim tarihçisi ve sinolojist Joseph Needham'a göre Çinli'lerin ilk sıcak hava balonu denemeleri milattan önceye dayanmaktaymış. 

Dilek feneri çok ince kağıttan yapılan küçük bir hava balonudur. Ortasında bulunan ufak mumun yakılması ile içi sıcak gazla dolan bu kağıt balon, havanın da etkisiyle yükselir. Bu balonların gökyüzüne salınması sonucu, şans ve bereket getirip; kişiyi endişelerinden arındırdığına inanılan bu mini ritüel yüzyıllardır devam ederek günümüze kadar gelmiştir. 


Dikkatli olunmadığı takdirde yangına yol açan dilek fenerleri, ülkemizde 1 Haziran 2014 tarihinden beri yasaklanmış durumda. Uçuranın gönlünde umut, ruhunda heyecan, yüzünde tebessüm oluşturan bu uygulamanın ilerleyen zamanlarda akıbeti ne olacak bilmiyorum ama, ben şahsım adına bu romantik görüntüyü çok ama çok sevdiğimi itiraf ediyorum...

Şehnaz Tuna














9 Eylül 2014 Salı

ŞEHİRDE BİR KINA GECESİ...

Yaşamımın 42 yılını acısıyla tatlısıyla geride bırakıp, yeni yaşımın ilk haftasını  "Eee ben de yaşlanıyorum işte. Bir sürü şey gördüm, geçirdim. Artık devir gençlerin devri" şeklindeki  -hafiften orta yaş depresyonu kalıbındaki- düşüncelerimle devirmeye başlamışken yaşadığım yepyeni bir deneyim, "Yok yahu, o kadar da yaşlanmamışım ben. Bak, daha halen hayatımda yapabildiğim ilkler varmış" dememe sebep oldu.  35 senelik arkadaşım Nilgün'ün evlenmeden önce yaptığı ve benim hayatımda ilk defa katılmış olduğum "Kına Gece"si beni böyle teselli ettiği gibi, aynı zamanda da Türk örf ve adetlerinin yüzyıllardır süregelmiş olan bu ritüelini biraz daha detaylı öğrenmeme yol açtı. 

Güzel gelin adayı arkadaşım Nilgün
Türk-İslam kültüründe kınanın sağlık, güzellik ve törensel açıdan ayrı bir yeri var. "Adanma"yı da sembolize eden kınanın evlenecek olan geline yakılma geleneği Anadolu'da yüzyıllardır süregelmekte. Geleneksel kına gecelerinde kızın evden ayrılışını ve vedayı temsilen yoğun hüzün yaşanırken;  günümüzde büyük kentlerde, özellikle son zamanlarda yeniden revaçta olmaya başlayan kına gecelerinde ise  evlenecek olan genç kız ve arkadaşlarına kına yakılan, eğlenceye yönelik toplantılar tertiplenmektedir. 

Geleneksel kına gecesi düğünden bir gün önce kız evinde yapılırken günümüzün modernize geceleri düğünden iki üç gün önce düzenleniyor. Gelin ve damadın yakın arkadaşlarının katıldığı gecede gelin kına yakımından önce "bindallı" denilen kırmızı kadife elbisesini giyer. Başına da kırmızı bir örtü örtülür. Salonun ortasına boş bir sandalye konur. Geline yakılacak kına etrafı mumlarla süslü bir tepsi içine hazırlanır. Ellerine mumlar verilen genç kızlar, gelin ve kına tepsisini taşıyan misafir sandalye etrafında dönerler. Daha sonra gelin bu sandalyeye oturtulur ve grup hüzünlü kına türküleri söylemeye başlar. Burada amaç gelini ağlatmaktır. Ağlamayan gelin ise ayıplanır. Bu arada gelinin eline kına yakılırken "Gelin elini açmıyor!" denir. Avucunu açan gelinin eline küçük bir altın konur ve akabinde avuçlarına kına yakılıp, ellerine eldiven geçirilir. Kına yakıldıktan sonra gelinin başındaki kırmızı örtü açılır ve kına misafirlere dağıtılır. Katılanlara hediyelerin de verildiği gece türkülerle devam eder. 

Nilgün'cüğümün bu güzel gecesi de amacına uygun ve son derece doğal oldu. Mumlarla döndük, şarkılar söyledik, kınalarımızı yaktık. Ve tahmin edin, gelinin kınasını kim yaktı? Cevabı resimde :)


Şehnaz Tuna







5 Eylül 2014 Cuma

20 MART 2015 TARİHİNİ NOT EDİN... ÇOK ÖNEMLİ !!!

Çok değil, neredeyse 6 ay sonra tüm dünya yine müthiş mistik ve "anlatılması zor ancak yaşanıp görülmesi gereken" bir doğa olayı yaşayacak. Gezegenimizin (ve kimbilir belki başka gezegenlerin de) enerji ve yaşam kaynağı olan güneş, 20 Mart 2015'te bir kere daha tutulacak. Norveç'in Svalbard takımadaları ve Danimarka'ya bağlı Faroe adaları bu sene tam güneş tutulmasının izlenebileceği en iyi gözlem noktaları.

Faroe Adaları
Svalbard



Güneş tutulması Ay'ın yörünge hareketi sırasında Dünya ile Güneş arasına girerek Güneş'i kısmen ya da tümüyle örtmesi sonucu meydana gelmektedir. Sene içinde iki ila beş defa arasında meydana gelen güneş tutulmalarının en fazla ikisi tam tutulma olabilmekte. Tam güneş tutulması ise Ay'ın Güneş'in Dünya'dan disk halinde görülen ışıkyuvarını tümüyle örtmesi sonucu oluşmakta. Tanımı bir cümle ile yapılabilen bu doğa olayının meydana getirdiği görsel şölen ise cidden "anlatılmaz ama yaşanır"


Hatırlayan vardır belki. 29 Mart 2006 yılında gerçekleşen güneş tutulmasının izleme hattı ülkemizden geçmişti. Ben bu muhteşem görsel şöleni can dostum Selin'le Antalya'da izleme olanağı bulan şanslılardandım. Her anının detayını dün gibi hatırladığım bir gündü. Kiminin elinde şarabı, kiminin profesyonel makinası, herkesin gözlükleri, kollarında şalları. Yürekler bir olmuş toplu bir bekleyiş... Güneş bildiğimiz güneş. Yavaş yavaş hava kararmaya başlıyor. Böcekler susuyor. Kuşlar gizleniyor. Akşam oluyor çünkü. Ve bir anda esen rüzgar. Üşüyor insan. Ama müthiş bir görüntü beliriyor semada. Güneşin tacını görüyoruz; çevresinde ona eşlik eden parlak yıldız ve gezegenlerle. İçler ürperiyor, gözler doluyor. Tüm nefret ve kötü hisleri unutup o ana kitlenilen mistik bir an. Sonra yavaştan gün aydınlanmaya başlıyor. 1 dakika önce uykuya çekilen kuşlar, böcekler ve diğer canlılar herhalde hayatlarının en kısa uykusundan uyanıyorlar. Ve gün doğuyor yeniden... Her gün 24 saatte yaşadığımız bu sıradan döngü, 2 dakikada olup bitiveriyor arkasında hafızalardan ve ruhlardan silinmeyecek olağanüstü bir tablonun hatırasını bırakarak.

Bu müthiş duygusal heyecanı yaşadıktan sonra eclipse-chasers adı verilen ve dünyada meydana gelen güneş tutulmalarının takipçisi bir grup olduğunu öğrendiğimde hiç ama hiç şaşırmadım (www.eclipse-chasers.com) . Aradan 8 sene geçti. Benim kalbim yine atmaya başladı. Ben de 20 Mart 2015'teki güneş tutulmasını kovalayacağım...

Şehnaz Tuna


2 Eylül 2014 Salı

İSTANBUL VE AĞVA MINTS OTEL

Zaman zaman büyük şehir sıkıntısına girip İstanbul'dan yakınıp dursam da bu haftasonu bir kere daha bu sözümü geri aldım. Evet, büyük şehirde yaşamanın avantajları olduğu kadar bir o kadar da dezavantajı var malesef. Dünyanın adı sayılır şehirleri arasına girmiş şehrimiz de bu dezavantajlardan haliyle payını almış durumda. Pahalılık, yabancılaşma, hergün kesilen ağaçların yerini alan koca koca binalar, gürültü...  Bu liste daha uzar da uzar. Ama beni kelimenin tam anlamıyla zıvanadan çıkaran, "Yeter. Bitmiştir. Ben artık şehirde yaşamayacağım. 2 seneye taşınıyorum köye, kasabaya!"moduna sokan en büyük iki sıkıntı hava kirliliği ve trafik. 

29 Ağustos Cuma benim doğumgünümdü. Bu dünyadaki 42 seneyi geride bıraktığım. Ne mutlu bana ki, benim bu anlamlı günümü beraber geçirebileceğim çok güzel bir ailem, eskisiyle ve yenisiyle çok sevdiğim dostlarım var. Ama ben bu sene farklı birşey yapmak istedim. Kendi başıma kalmak ve ana hatlarını kafamda oluşturmuş olduğum bloğumu 43cü yaşımın ilk gününde hayata geçirmek. Bunu İstanbul'da, yaşadığım yerde yapmam pekala mümkündü ama nedense ev ortamında yapmak içime hiç ama hiç sinmedi. Ve o an kararımı verdim. Ağva'ya gidecektim. Oturdum bilgisayarımın başına ve benim en güvendiğim otel bulma sitem olan "booking.com"a tıklayıverdim tarihleri ve gitmeye karar verdiğim Ağva'yı. Mints Otel'e rezervasyonumu yaptım ve ver elini Ağva...

Cuma girip, Pazar çıktığım bu tesiste o kadar keyifli bir iki gün geçirdim ki uzun süredir verdiğim hiçbir karardan bu kadar memnun olmadığımı gönül rahatlığıyla paylaşabilirim. Teraslı odamdaki manzaram, nehir kıyısındaki masam, köpeğim Tinky'nin, "Heidi'nin köpeği Joseph" gibi "dili kulaklarında" koştuğu çimler, güzel yemekler ve sükunetin yanısıra bana göre buradaki kalışımı en özel kılan unsur hiç kuşkusuz çalışanlarıydı. Telefonda görüştüğüm andan, otelden ayrıldığım ana kadar bir dediğimi iki etmeyip, güleryüzüyle, ilgisini bir an bile üzerimden ayırmayan (sadece bana değil diğer tüm müşterilere de) Şeref Bey, Erkan Bey, et ve tavuk yemediğim için sırf bana özel çorba yapan şef Sinan Bey ve diğer tüm personel benim Mints Otel'i İstanbul içindeki ikinci adresim yapmama sebep oldular. 



Odamın terasından manzaram


















Geri dönüş yolunda ise tek düşündüğüm şu oldu. Evet, İstanbul'da çok trafik var. Evet, malesef İstanbul artık çocukluğumdaki gibi kokmuyor. Ama bu İstanbul aynı zamanda sadece bir buçuk saat süren bir araba yolculuğu ile bana bambaşka bir dünyanın da kapılarını da açabiliyor. İşte belki de bu yüzden zaman zaman bizi kızdırsa da hatta kimi zaman küstürse de aslında hiçbir zaman kopamıyoruz biz İstanbul'dan...

Uğruna boşu boşuna şarkı, şiir yazılmamış bu şehrin... Kısacası İSTANBUL GÜZEL... İSTANBUL BAŞKA...


Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;

O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. 
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O manayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...
Necip Fazıl Kısakürek

Şehnaz Tuna