Yaratıcı yazarlık kursuna başladım başlayalı öykü yazmak hayatımın hiç de hafife alınmayacak kadar büyük bir bölümünü kaplamaya başladı. Daha yolun çok başındayım ama biliyorum ki sağlığım elverdikçe yazmaya devam edeceğim ben. Yazdığım öykülerin her biri benim parçam haline geliyor. Bloğum ise zaten benim hayatım. Ben de bundan dolayı öykülerime bloğumda yer vermeye karar verdim. Yayınlayacağım ilk öykünün adı Laterna...
LATERNA
Yaşamımın sayısız
hatırasını muhafaza eden zihnimin anı deposunda üst sıralardaki yerini kolay
kolay kaptırmayacak tablolardan biriydi, hayatımın büyük bir bölümünü
geçireceğim okulumla ilk karşılaştığım an. Dev gibi kapısının önüne geldiğimde
heyecandan bacaklarım titriyordu. Üzerinde ışık saçan güneşe benzeyen kocaman
bir yarım dairenin bulunduğu, gökyüzüne kadar uzanan demir parmaklıkları,
yuvarlaklara resmedilmiş altın renkli oklar, borazanlar, ve kılıçları hayretle
incelemeye çalışırken bir yandan da elini
sımsıkı tuttuğum babaanneme kendimin bile zor duyacağı bir sesle sormuştum:
“Bu kapı neden bu kadar büyük?”
“Mekteb-i Sultani derlermiş oğlum buraya;
Sultanların Okulu. Padişahlar okumuş burada, büyük yazarlar yetişmiş. Sadece
önemli insanlar girebilsin, kimse onlara ulaşamasın diye de kocaman yapmışlar
kapısını.”
“İçeri girince üstümüzden kilitleyecekler mi peki?”
“Olur mu
hiç öyle şey, dedim ya büyük ve önemli insanlar burada okuyacak diye öyle
yapmışlar. Kilitli, kale gibi! Sen de benim paşamsın ya! Sultanlar gibi
okuyacaksın burada. Sonra da çok büyük adam olacaksın, çook!”
“Babaanne, peki yatılı okumak ne demek?”
“......”
Son sorumu cevaplamamıştı.
Ben de sormamıştım bir daha. Hayal dünyama çoktan dalmıştım bile. Öylesine
büyülenmiştim ki. Şu anda bir kaleden içeri girmek üzereydim. Padişahın kalesi.
Benim kalem. Gerisinin ne önemi vardı? Yatılı okumanın birbirimizden ayrılacağımız
demek olduğunu, o an bunu bana söylemeye dilinin varmadığını, gün boyunca
gözlerinde gördüğüm pırıltının göz pınarlarında biriken ve akmamaları için çaba
gösterdiği gözyaşları olduğunu nice zaman sonra anlayacaktım. Babaannemle
büyümek böyle bir şeydi. Bir gün padişah oldum, diğer bir gün cesur bir avcı...
Şövalye olarak uyandırdığı sabahın gecesinde kahraman bir prens olarak uykuya
yatırdı beni. Karakterler değişti ama ben hep güçlü oldum. O böyle olduğu için
mi ben hayalperest bir çocuk oldum, yoksa ben zaten hayalperest olduğum için mi
o böyle bir yol seçti hiç bir zaman bilemedim. Acı yoktu bizim dünyamızda. Sonu
mutlu biten zorluklar vardı sadece. Bana adını verdikleri Vedat dedemi erken
yaşta kaybeden babaannemin altı yaşında annesiz babasız kalan bir erkek
çocuğunu tek başına büyütmek için yarattığı tek yol buydu belki de.
Hayal meyal
hatırlıyorum o günü. Yine onda kalıyordum. Sık kalırdım babaannemde. Ama bu
sefer çok uzun sürmüştü sanki. O gün her günden farklıydı. Bir sürü insan girip
çıkıyordu köşke. Babaannemin evi hiç bu kadar kalabalık olmamıştı. Dut
ağaçlarıyla çevrili bahçede benim için özel yapılmış tahta salıncaktan bir anda
atlayarak koşa koşa içeri girdim. Üç katlı ahşap köşkün gıcırdayan
merdivenlerini melodi tutturmaya çalışarak nefes nefese çıktım. “Merdivenler
eski olduğu için gıcırdıyor” demezdi de “Müzik
çalar bu ev” derdi babaannem. Salona çıktığımda masanın başında bir adam
şarkı söylüyordu. Kimisi gelip başımı okşuyor, kimi kucağına alıyor öpüyordu. Hepsi
de aynı şeyi söylüyorlardı “Başın sağ olsun
Seher Hanım!” Anlamıyordum. 'Sağlıklı
ol mu diyorlardı babaanneme? E ama o zaten çok sağlıklıydı! Başı mı
ağrıyordu yoksa?' Benim de kafam en çok o gün okşanmıştı. Ne çok insan ve ne
fazla yemek vardı! Bir tek annemle babam yoktular. 'Neden yoktular ki?' Korkuyordum. Ama güçlü kahramanlar korkmazdı.
Sonra eve girip çıkan insanlar azalmaya başladı. Her gün daha az insan
geliyordu. Ve en son sadece ikimiz kaldık. Babaannemle ben... Annemle babam
hala yoktu.
“Babaanne,
annemle babamı çok özledim ben. Ne zaman gelecekler.”
Uzun boyuyla oturduğu
koltuktan kalktı, adına 'Laterna' dediği kırmızı gül ağacından yapılmış müzik aletine doğru yürüdü.
“Annenle baban dönemeyecekleri uzak bir yere
gittiler.” dedi.
“Nasıl yani? Masallar diyarındaki gibi mi?”
“Daha da güzel bir yere gittiler. Bulutların da
üzerinde, meleklerin şarkı söylediği mavi bir ülkeye...”
“Peki ama ben onları daha da çok özlersem ne
olacak? Görmek istersem?”
“Bak, bu laternanın kolunu her çevirdiğinde annenle
baban meleklerin yanından sana şarkı söyleyecekler. Sen onları göremeyeceksin
uzakta oldukları için ama onlar seni hep görüyor olacaklar.”
“Peki adı neden Laterna? Canlı mı bu Laterna?”
Adı da var ya; canlı
sanırdım ben üzerinde annemle babamın resmi olan o eski müzik aletini. Bazen saatlerce
ayrılmazdım başından belki içinden biri çıkar da konuşur benle diye. Zaman
içinde anlamıştım artık annemle babamın gerçekten hiç dönmeyeceklerini. Onları her
özlediğimde gider laternanın kolunu çevirir, dinler dururdum bana mavi ülkeden
gönderdiklerini sandığım o hüzünlü melodiyi. İşte böyle tanıştırmıştı babaannem
beni en büyük acı olan ölümle...
Yıllar sonra yine,
baharın yüzünü yeni yeni göstermeye başladığı bir Mayıs günü lisemin
önündeydim. Galatasaray’daki büyük kitapçıda imza günü yapılan son kitabımı
babaanneme götürmek için İstiklal’de yürüyordum. Küçükken uçsuz bucaksız gelen
İstiklal Caddesi yarım saatlik bir yürüyüş yolu olmuş; lisenin o görkemli ve
devasa, kale gibi kapısı gide gele her sene gözümde biraz daha ufalmıştı.
Seneler belki birçok algıyı değiştirmişti ama benim hayal gücüm hiç yok
olmamıştı. Bitmez tükenmez hayallerim ve babaannemin sayesinde aldığım eğitim
beni hem başarılı bir yazar hem de Sultanların Okulu’nda edebiyat öğretmeni
yapmıştı. Babaannem, “Ben demedim mi
benim paşam çok büyük adam olacak!” diye övünür durur; ona hediye ettiğim her
yeni kitabımı dikkatle okuduktan sonra başucuna özenle yerleştirirdi. Bakıcısı Nurşen
Hanım’la beraber beni neredeyse her gün ararlardı sesimi duymak için. Ben de
sıkça ziyaretine giderdim. Yaşlanmıştı ve aklı çok yerinde değildi artık. Bazen
torunu Vedat oluyordum onun için bazen de yıllar önce yitirdiği, hiç
unutamadığı kocası Vedat. O gün kitabımı ona götürürken muhtemelen fazla bir şey
anlamayacağını tahmin ediyordum. Ama olsun; anlamasa bile hissederdi o;
biliyorum.
Dışarısı ne kadar
güneşli ve cıvıl cıvıl olursa olsun, köşk hep karanlık, serin ve sessiz olurdu.
O yüzden olsa gerek huzurla karışık bir hüzün duyardım basamaklarına bir
piyanonun tuşu gibi basarak çıktığım gıcırdayan merdivenleri tırmanırken. Odasından içeri girdiğimde yavaşça kafasını
çevirip bana baktı. Başucuna yaklaştım. Yanına eğildim. Kitabımı ince uzun ellerinin
arasına dikkatle yerleştirdikten sonra kulağına sessizce fısıldadım: Laterna... Hayalperest gözlerimiz birbirler|iyle
buluştular sadece ikimize ait olan dünyamızda. Ve gülümsedi babaannem, aldığı
nefesi usulca bırakarak...
Şehnaz Tuna
Şehnaz Tuna
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder