12 Aralık 2014 Cuma

ÖYKÜ: LATERNA

Yaratıcı yazarlık  kursuna başladım başlayalı öykü yazmak hayatımın hiç de hafife alınmayacak kadar büyük bir bölümünü kaplamaya başladı. Daha yolun çok başındayım ama biliyorum ki sağlığım elverdikçe yazmaya devam edeceğim ben. Yazdığım öykülerin her biri benim parçam haline geliyor. Bloğum ise zaten benim hayatım. Ben de bundan dolayı öykülerime bloğumda yer vermeye karar verdim. Yayınlayacağım ilk öykünün adı Laterna... 


LATERNA

Yaşamımın sayısız hatırasını muhafaza eden zihnimin anı deposunda üst sıralardaki yerini kolay kolay kaptırmayacak tablolardan biriydi, hayatımın büyük bir bölümünü geçireceğim okulumla ilk karşılaştığım an. Dev gibi kapısının önüne geldiğimde heyecandan bacaklarım titriyordu. Üzerinde ışık saçan güneşe benzeyen kocaman bir yarım dairenin bulunduğu, gökyüzüne kadar uzanan demir parmaklıkları, yuvarlaklara resmedilmiş altın renkli oklar, borazanlar, ve kılıçları hayretle incelemeye çalışırken bir yandan da  elini sımsıkı tuttuğum babaanneme kendimin bile zor duyacağı bir sesle sormuştum:

“Bu kapı neden bu kadar büyük?”
“Mekteb-i Sultani derlermiş oğlum buraya; Sultanların Okulu. Padişahlar okumuş burada, büyük yazarlar yetişmiş. Sadece önemli insanlar girebilsin, kimse onlara ulaşamasın diye de kocaman yapmışlar kapısını.”

“İçeri girince üstümüzden kilitleyecekler mi peki?”
 “Olur mu hiç öyle şey, dedim ya büyük ve önemli insanlar burada okuyacak diye öyle yapmışlar. Kilitli, kale gibi! Sen de benim paşamsın ya! Sultanlar gibi okuyacaksın burada. Sonra da çok büyük adam olacaksın, çook!”

“Babaanne, peki yatılı okumak ne demek?”
“......”

Son sorumu cevaplamamıştı. Ben de sormamıştım bir daha. Hayal dünyama çoktan dalmıştım bile. Öylesine büyülenmiştim ki. Şu anda bir kaleden içeri girmek üzereydim. Padişahın kalesi. Benim kalem. Gerisinin ne önemi vardı? Yatılı okumanın birbirimizden ayrılacağımız demek olduğunu, o an bunu bana söylemeye dilinin varmadığını, gün boyunca gözlerinde gördüğüm pırıltının göz pınarlarında biriken ve akmamaları için çaba gösterdiği gözyaşları olduğunu nice zaman sonra anlayacaktım. Babaannemle büyümek böyle bir şeydi. Bir gün padişah oldum, diğer bir gün cesur bir avcı... Şövalye olarak uyandırdığı sabahın gecesinde kahraman bir prens olarak uykuya yatırdı beni. Karakterler değişti ama ben hep güçlü oldum. O böyle olduğu için mi ben hayalperest bir çocuk oldum, yoksa ben zaten hayalperest olduğum için mi o böyle bir yol seçti hiç bir zaman bilemedim. Acı yoktu bizim dünyamızda. Sonu mutlu biten zorluklar vardı sadece. Bana adını verdikleri Vedat dedemi erken yaşta kaybeden babaannemin altı yaşında annesiz babasız kalan bir erkek çocuğunu tek başına büyütmek için yarattığı tek yol buydu belki de.

Hayal meyal hatırlıyorum o günü. Yine onda kalıyordum. Sık kalırdım babaannemde. Ama bu sefer çok uzun sürmüştü sanki. O gün her günden farklıydı. Bir sürü insan girip çıkıyordu köşke. Babaannemin evi hiç bu kadar kalabalık olmamıştı. Dut ağaçlarıyla çevrili bahçede benim için özel yapılmış tahta salıncaktan bir anda atlayarak koşa koşa içeri girdim. Üç katlı ahşap köşkün gıcırdayan merdivenlerini melodi tutturmaya çalışarak nefes nefese çıktım.  “Merdivenler eski olduğu için gıcırdıyor” demezdi de “Müzik çalar bu ev” derdi babaannem. Salona çıktığımda masanın başında bir adam şarkı söylüyordu. Kimisi gelip başımı okşuyor, kimi kucağına alıyor öpüyordu. Hepsi de aynı şeyi söylüyorlardı “Başın sağ olsun Seher Hanım!” Anlamıyordum. 'Sağlıklı ol mu diyorlardı babaanneme? E ama o zaten çok sağlıklıydı! Başı mı ağrıyordu yoksa?' Benim de kafam en çok o gün okşanmıştı. Ne çok insan ve ne fazla yemek vardı! Bir tek annemle babam yoktular. 'Neden yoktular ki?' Korkuyordum. Ama güçlü kahramanlar korkmazdı. Sonra eve girip çıkan insanlar azalmaya başladı. Her gün daha az insan geliyordu. Ve en son sadece ikimiz kaldık. Babaannemle ben... Annemle babam hala yoktu.

 “Babaanne, annemle babamı çok özledim ben. Ne zaman gelecekler.”  

Uzun boyuyla oturduğu koltuktan kalktı, adına 'Laterna' dediği kırmızı gül ağacından yapılmış müzik aletine doğru yürüdü. 

“Annenle baban dönemeyecekleri uzak bir yere gittiler.” dedi.
“Nasıl yani? Masallar diyarındaki gibi mi?”
“Daha da güzel bir yere gittiler. Bulutların da üzerinde, meleklerin şarkı söylediği mavi bir ülkeye...”
“Peki ama ben onları daha da çok özlersem ne olacak? Görmek istersem?”
“Bak, bu laternanın kolunu her çevirdiğinde annenle baban meleklerin yanından sana şarkı söyleyecekler. Sen onları göremeyeceksin uzakta oldukları için ama onlar seni hep görüyor olacaklar.”
“Peki adı neden Laterna? Canlı mı bu Laterna?”

Adı da var ya; canlı sanırdım ben üzerinde annemle babamın resmi olan o eski müzik aletini. Bazen saatlerce ayrılmazdım başından belki içinden biri çıkar da konuşur benle diye. Zaman içinde anlamıştım artık annemle babamın gerçekten hiç dönmeyeceklerini. Onları her özlediğimde gider laternanın kolunu çevirir, dinler dururdum bana mavi ülkeden gönderdiklerini sandığım o hüzünlü melodiyi. İşte böyle tanıştırmıştı babaannem beni en büyük acı olan ölümle...

Yıllar sonra yine, baharın yüzünü yeni yeni göstermeye başladığı bir Mayıs günü lisemin önündeydim. Galatasaray’daki büyük kitapçıda imza günü yapılan son kitabımı babaanneme götürmek için İstiklal’de yürüyordum. Küçükken uçsuz bucaksız gelen İstiklal Caddesi yarım saatlik bir yürüyüş yolu olmuş; lisenin o görkemli ve devasa, kale gibi kapısı gide gele her sene gözümde biraz daha ufalmıştı. Seneler belki birçok algıyı değiştirmişti ama benim hayal gücüm hiç yok olmamıştı. Bitmez tükenmez hayallerim ve babaannemin sayesinde aldığım eğitim beni hem başarılı bir yazar hem de Sultanların Okulu’nda edebiyat öğretmeni yapmıştı. Babaannem, “Ben demedim mi benim paşam çok büyük adam olacak!” diye övünür durur; ona hediye ettiğim her yeni kitabımı dikkatle okuduktan sonra başucuna özenle yerleştirirdi. Bakıcısı Nurşen Hanım’la beraber beni neredeyse her gün ararlardı sesimi duymak için. Ben de sıkça ziyaretine giderdim. Yaşlanmıştı ve aklı çok yerinde değildi artık. Bazen torunu Vedat oluyordum onun için bazen de yıllar önce yitirdiği, hiç unutamadığı kocası Vedat. O gün kitabımı ona götürürken muhtemelen fazla bir şey anlamayacağını tahmin ediyordum. Ama olsun; anlamasa bile hissederdi o; biliyorum.

Dışarısı ne kadar güneşli ve cıvıl cıvıl olursa olsun, köşk hep karanlık, serin ve sessiz olurdu. O yüzden olsa gerek huzurla karışık bir hüzün duyardım basamaklarına bir piyanonun tuşu gibi basarak çıktığım gıcırdayan merdivenleri tırmanırken.  Odasından içeri girdiğimde yavaşça kafasını çevirip bana baktı. Başucuna yaklaştım. Yanına eğildim. Kitabımı ince uzun ellerinin arasına dikkatle yerleştirdikten sonra kulağına sessizce fısıldadım: Laterna... Hayalperest gözlerimiz birbirler|iyle buluştular sadece ikimize ait olan dünyamızda. Ve gülümsedi babaannem, aldığı nefesi usulca bırakarak...

Şehnaz Tuna

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder