23 Aralık 2014 Salı

ÖYKÜ: PARDON ANNE...

Yazmaya başladıkça farkettim ki ben genelde hüzünlü öyküler yazmayı seviyorum. Bu seferki biraz farklı bir öykü. Başağrısıyla uyanan genç bir kadın bir  gece önce neler olduğunu hatırlamaya çalışır...


PARDON ANNE...

Başım zonkluyor. Kafatasımın içinde beyin değil de bir kaya parçası var sanki. Boynumdan üstü bana ait değil gibi. Oldu da kaldırmaya çalışsam kafamı azıcık, zaten çok ince olan boynumun başımı taşıyamayıp çat diye kırılacağından korkuyorum. Hiç hareket etmesem mi? Başım öyle şiddetli ağrıyor ki kafamın içinde eli baltalı bir cüce var da, var gücüyle vuruyor sanki beyin yerine geçmiş o kaya parçasına. Un ufak etmek istercesine. Beynim taşlaşmış olabilir mi gerçekten? “Kendine gel Âsiye! Beynin taş olsa tüm bunları nasıl düşüneceksin?”
Sussun şu şarkı da artık. Nereden yapıştı zihnime böyle? Melodisindeki hiçbir nota da detone olmaksızın yankılanıyor kafatasımın duvarlarında: “Gün ağarınca kalkamaz birden, o yattığı sert kuru yerinden. Bir baş ağrısı ense kökünden. Acır kendine başlar yeniden. Her kadehte bin isyan şahlanır. Bir isim bir aşk daha silinir yine gönlünden.” Neydi sözlerin devamı?

Perdenin aralığından ışık sızdığına göre gün ağarmış olmalı. Ağarmış da saat kaç? Akşamüstüne kadar uyudum mu yoksa yine? Saat de yok ki bakayım. Cep telefonum nerede? Tükürük bezlerim saatlerdir çalışmamış gibi. Ağzım kupkuru. Dilimde yıllardır almaya mecbur olduğum o sarı hapların bıraktığı pas tutmuş demir tadı var. Bir yudum su bile içemeyecek kadar bulanıyor midem. “Sakin ol Âsiye. Derin nefes al! Hatta burundan al, ağızdan...” Yok yok! Tam tersi olacaktı. Ağzımdan alıp burnumdan vermeliydim nefesi. Mide bulantısı kesiliyordu öyle yapınca. Dün gece neler olduğunu hatırlamam lazım. Ama beynimi zorladıkça zonklama daha da şiddetleniyor. Külçeleşti kafam iyice. Tepeye bakıyorum hareket etmeden. Kireç beyazı boyanmış tavanıma asılı, içi tek tük ölü sinek dolmuş, sağ köşesi çatlamış lambam tanıdık. Neyse ki şu an kendi odamdayım en azından. Bu iyi. Yavaşça kalkmayı denesem? Kussam rahatlar mıyım acaba? Kusmak korkutuyor beni. On iki yaşımda beynimde tümör teşhis edildiği zaman da kusuyordum hep. Sonra alelacele ameliyata almışlardı. Ameliyattan sonra bayağı uzun bir müddet yatırmışlardı beni. Yataktan ilk kalkmam gerektiğinde annem, “Uzun süre yattıktan sonra önce kafanı kaldırmalısın yavaşça. Daha sonra bedenini. Ani kalkma ki başın dönmesin.” demişti. Nedense bunu hatırlayıverdim şimdi. Annemin bana karşı şefkat içeren nadir cümlelerinden biri. Kızını düşündüğüne dair sarf edilmiş toplasan altı yedi kelime.
Hadi bir gayret!...
Yok! Mümkün değil. Kafamı sadece bir karış kaldırabildim. Fıldır fıldır dönüyor odamın küf sarısı boyalı duvarları çevremde. Sanki oda oda değil de dönme dolap. Ya da dev dalgalı denizde gitmeye çalışan bir transatlantiğin kamarasındayım ben.

“Her tüketilmiş sarhoş geceden. Tek şey anımsar eski günlerden.” Bu şarkı da lanetli mi ne?  Mısra mısra aklıma gelmeye devam ediyor. Üstelik düşünmek istemedikçe beynimi daha da çok işgal ediyor sanki. Gerçi bir yandan da hatırlamaya çalışıyorum sözlerin devamını elimde olmadan. Ne biçim ikilem bu!!! Beni bu dünyada en iyi anlayan insan olan psikoloğumun anlattığı “mor fil düşünmeme” deneyi gibi. Birine “Mor fil haricinde her şey düşünebilirsin” talimatı verildiğinde kişi kendine engel olamadan sadece mor bir fil resmediyormuş zihninde. “Bir çift mahzun göz, uysal hüzünlü. Biraz kaderci, ürkek, çekingen...” Gözlerini hatırladım şimdi bir anda. Sinsi bakışlarını. Mahzun falan değildi onun gözleri. Çekik ve tatar, derin deniz mavisi gözleriyle bakışları çok etkileyiciydi güya! Yandan cetvelle çizilmişçesine düzgün ayrılmış saçları, Yunan heykellerine benzeyen vücudu ile kahraman doktorumuz İsmail Bey! Beynimdeki tümörü ameliyat edip, beni ölümden kurtarmış adam. Nasıl aşık olmuştum ona o saf genç kız kalbimle. Ama “Tatar gözlü sevgilisi” oldu sonradan annemin. Şimdiki Âsiye olsam o gözlerini oyardım senin İsmail! Arkadaşına, “Gözüm ondan başkasını görmüyor” dediğini duymuştum bir defasında annemin. Görmedin de anne! Benim duygularımı hiç anlamadın.

Gözlerimi kapadım, mavi kırçıllı battaniyenin altına girerek... Battaniye çıplak vücuduma batıyor. Rahatsızım.

On altı yaşlarında ya var ya yoktum. Sıradan, kasvetli, yalnız gecelerimden biriydi. Annem kapıma vurarak odama girdi.
“Biraz konuşalım mı?”
“Çok mu önemli? Uykum var.” dedim, adımın anlamına yakışan âsi bir tavırla yorganı üstüme çekerek. Aslında biliyordum hayatındaki adamın İsmail olduğunu bana şu an itiraf edeceğini (o sabah arkadaşıyla gizlice konuşurken duymuştum zaten) ve bunu da damdan düşer gibi söyleyeceğini. Her zaman öyle yapmadı mı? Her istediğini bencilce, kendi istediği zaman ve şekilde söyleyip yaptı. Ameliyatımın hemen ertesinde ben henüz nekahet sürecindeyken beni bırakıp gitmemiş miydi? Neden? İşi için. Ne işiyse? Çok önemli iş kadınıydı sanki! Canım babam bakmıştı bana. Alışamadım onun ölümüne ve yokluğuna aradan üç sene geçmesine rağmen. Keşke şimdi bu kapıdan annem yerine babam girseydi de kucaklasaydı beni. Gittiği uzak yerlerden yetişip kıvrılıverseydi yanıma da uyusaydı benle eskiden yaptığımız gibi. Keşke onun yerine annem... “Her an koşardı canı yürekten. Ne zaman isteyip arasa en uzak yerlerden.” Pes artık ama! Yeter! Bu şarkı anılarımda bile araya giriyor.

Yine kapadım gözlerimi. Bu sefer daha da sıkı kapadım ki anılarımla aramıza hiçbir şey giremesin diye. Keşke beynimin bir şalteri olsa da şak diye indirsem sırf şu şarkıdan kurtulmak için.

Beni umursamadan devam etti: “Âsiye babanı ne kadar özlediğini biliyorum. Üzüntünü de anlıyorum ama ben de artık daha fazla yalnız kalmak istemiyorum. Hayatımda birisi var. Sen de tahmin ediyorsun az çok kim olduğunu. Senden daha fazla saklamak istemiyorum. Ama senin onayın da çok önemli benim için.”
Hah! Kimi kandırıyorsun anne sen ya? Ben senin, sırf tutucu ailen uygun görüp istedi diye evlendiğin ve hiçbir zaman çok sevmediğin bir adamdan dünyaya getirdiğin, varlığımdan dolayı gençliğini yaşayamadığın kızınım. Benim onayım mı önemli senin için? Yine o meşhur ağlamayla karışık gülme krizime sokma istersen beni. Babam öldü ama arkasında beni bıraktı. Bir çuval yük gibi. Sanki çok umurundaydım. Bunu hiçbir zaman açıkça söyleyemedin tabii ki bana. Ama ben hep biliyordum işin asıl yüzünü. Koyduğun isimden belli. Âsiye! Kim gider de kızına “isyankar” ve “üzüntülü” anlamına gelen bir isim koyar. Şimdi de kendi kendine ilgili anneymiş gibi davranıyor bana. Cevap bile vermedim. Duymak istemiyordum daha fazla bir şey. Ümitsizce bir omuz silktim sadece. İçim acımıştı ama çok.

Bir iki ay sonra da “O” yaşamaya başladı bizimle. Annemin tatar gözlüsü. Beynimle oynayan adam. Annemi benden alan sinsi adam. Acaba babam yaşarken de ilişkileri var mıydı? O zaman çok ufaktım, bilemezdim ki? Belki de babamı onlar öldürdüler beraber olmak için. Bunu da sonraları düşünmeye başladım. Neden olmasın? Annem sevmiyordu babamı zaten. Sevgilisi de doktor. Filmlerde olmuyor mu böyle şeyler! Ani kalp krizi deyip geçiştirdiler belki de!
Ve ayrılıklar bitmez öğütür. Ve gölgeler siner ömrüne kaçar kendinden.

Üff...Titremeye de başladım şimdi. Çıplağım diye üşüdüğümden mi yoksa psikoloğumun dediği gibi sinirsel mi? O da bana her olup biteni sinirlerime bağlıyor. Kafam karışıkmış  biraz güya. “Gel-git”lerim varmış. Görmeyeceğim onu da artık daha fazla. Gayet iyiyim ben. İhtiyacım da yok ona ayrıca. Benimki tipik bir çocukluk travması işte. Erken yaşta tehlikeli bir ameliyat. Hemen sonrasında çok sevilen babanın ölümü. “Bana çok üzülüp öldü” diye duyulan suçluluk hissi falan. Sonra anne evlenir. Çocuk anneyi paylaşmak istemez. Kıskanır. Ama bunların hepsi de geçmişte kaldı sonuçta. Psikologluk bir şeyim yok benim!

“Alo, anne! Cep telefonum nerede ben de bilmiyorum o yüzden açamadım.”
“Yok, iyiyim ben. Biraz başım ağrıyor anne.”
“Aldım ilaçlarımı tabii.”
“Tamam ihmal etmem. Hep alıyorum.”
“Almayınca kötü oluyorum, biliyorum anne. Sen hiç merak etme.”
“İçki falan içmedim. Biliyorum ters etki yapıyor.”
“Tamam anne.”
“Ben de seni anne!”

Telefonu yerine koyarken sırayla önce yerdeki boşalmış viski şişesi gözüme çarpıyor, sonra yarısı yere saçılmış sarı haplarım... Biraz ötede yer yer seyrelmiş eski kilimin üstünde açık duran, Sezen Aksu’nun “Firuze” albümü. Belli ki tüm gece aynı şarkıyı dinlemiş durmuşum.

Yıllardan beri hep o hayali. Taşır sırtında bir yük misali. Sarar pişmanlık,  şöyle inceden. Yorgun, utançlı. Başlar yeniden...

Battaniyenin altında kaybolmak istiyorum. Bir kez daha yorgun, belki bininci defa düşüncelerimden pişman. Affet beni anne. Seni seviyorum...


(Bu hikayede yer alan Sezen Aksu'nun "Ayrılıklar Bitmez" parçasını hatırlamak ya da yeniden dinlemek isterseniz aşağıdaki bağlantıya tıklayabilirsiniz)
Ayrılıklar Bitmez - Sezen Aksu

Şehnaz Tuna














Hiç yorum yok:

Yorum Gönder