Yazmaya başladıkça farkettim ki ben genelde hüzünlü öyküler yazmayı seviyorum. Bu seferki biraz farklı bir öykü. Başağrısıyla uyanan genç bir kadın bir gece önce neler olduğunu hatırlamaya çalışır...
PARDON ANNE...
Başım zonkluyor.
Kafatasımın içinde beyin değil de bir kaya parçası var sanki. Boynumdan üstü
bana ait değil gibi. Oldu da kaldırmaya çalışsam kafamı azıcık, zaten çok ince
olan boynumun başımı taşıyamayıp çat diye kırılacağından korkuyorum. Hiç
hareket etmesem mi? Başım öyle şiddetli ağrıyor ki kafamın içinde eli baltalı
bir cüce var da, var gücüyle vuruyor sanki beyin yerine geçmiş o kaya
parçasına. Un ufak etmek istercesine. Beynim taşlaşmış olabilir mi gerçekten? “Kendine
gel Âsiye! Beynin taş olsa tüm bunları nasıl düşüneceksin?”
Sussun şu şarkı da
artık. Nereden yapıştı zihnime böyle? Melodisindeki hiçbir nota da detone
olmaksızın yankılanıyor kafatasımın duvarlarında: “Gün ağarınca kalkamaz birden, o yattığı sert kuru yerinden. Bir baş
ağrısı ense kökünden. Acır kendine başlar yeniden. Her kadehte bin isyan
şahlanır. Bir isim bir aşk daha silinir yine gönlünden.” Neydi sözlerin
devamı?
Perdenin
aralığından ışık sızdığına göre gün ağarmış olmalı. Ağarmış da saat kaç? Akşamüstüne
kadar uyudum mu yoksa yine? Saat de yok ki bakayım. Cep telefonum nerede? Tükürük
bezlerim saatlerdir çalışmamış gibi. Ağzım kupkuru. Dilimde yıllardır almaya
mecbur olduğum o sarı hapların bıraktığı pas tutmuş demir tadı var. Bir yudum su
bile içemeyecek kadar bulanıyor midem. “Sakin ol Âsiye. Derin nefes al! Hatta burundan
al, ağızdan...” Yok yok! Tam tersi olacaktı. Ağzımdan alıp burnumdan vermeliydim
nefesi. Mide bulantısı kesiliyordu öyle yapınca. Dün gece neler olduğunu
hatırlamam lazım. Ama beynimi zorladıkça zonklama daha da şiddetleniyor. Külçeleşti
kafam iyice. Tepeye bakıyorum hareket etmeden. Kireç beyazı boyanmış tavanıma
asılı, içi tek tük ölü sinek dolmuş, sağ köşesi çatlamış lambam tanıdık. Neyse
ki şu an kendi odamdayım en azından. Bu iyi. Yavaşça kalkmayı denesem? Kussam
rahatlar mıyım acaba? Kusmak korkutuyor beni. On iki yaşımda beynimde tümör
teşhis edildiği zaman da kusuyordum hep. Sonra alelacele ameliyata almışlardı.
Ameliyattan sonra bayağı uzun bir müddet yatırmışlardı beni. Yataktan ilk
kalkmam gerektiğinde annem, “Uzun süre yattıktan sonra önce kafanı kaldırmalısın
yavaşça. Daha sonra bedenini. Ani kalkma ki başın dönmesin.” demişti. Nedense bunu
hatırlayıverdim şimdi. Annemin bana karşı şefkat içeren nadir cümlelerinden
biri. Kızını düşündüğüne dair sarf edilmiş toplasan altı yedi kelime.
Hadi bir gayret!...
Yok! Mümkün değil.
Kafamı sadece bir karış kaldırabildim. Fıldır fıldır dönüyor odamın küf sarısı
boyalı duvarları çevremde. Sanki oda oda değil de dönme dolap. Ya da dev
dalgalı denizde gitmeye çalışan bir transatlantiğin kamarasındayım ben.
“Her tüketilmiş sarhoş geceden. Tek şey anımsar
eski günlerden.” Bu şarkı
da lanetli mi ne? Mısra mısra aklıma
gelmeye devam ediyor. Üstelik düşünmek istemedikçe beynimi daha da çok işgal
ediyor sanki. Gerçi bir yandan da hatırlamaya çalışıyorum sözlerin devamını
elimde olmadan. Ne biçim ikilem bu!!! Beni bu dünyada en iyi anlayan insan olan
psikoloğumun anlattığı “mor fil düşünmeme” deneyi gibi. Birine “Mor fil
haricinde her şey düşünebilirsin” talimatı verildiğinde kişi kendine engel
olamadan sadece mor bir fil resmediyormuş zihninde. “Bir çift mahzun göz, uysal hüzünlü. Biraz kaderci, ürkek, çekingen...”
Gözlerini hatırladım şimdi bir anda. Sinsi bakışlarını. Mahzun falan
değildi onun gözleri. Çekik ve tatar, derin deniz mavisi gözleriyle bakışları
çok etkileyiciydi güya! Yandan cetvelle çizilmişçesine düzgün ayrılmış saçları,
Yunan heykellerine benzeyen vücudu ile kahraman doktorumuz İsmail Bey! Beynimdeki
tümörü ameliyat edip, beni ölümden kurtarmış adam. Nasıl aşık olmuştum ona o
saf genç kız kalbimle. Ama “Tatar gözlü sevgilisi” oldu sonradan annemin.
Şimdiki Âsiye olsam o gözlerini oyardım senin İsmail! Arkadaşına, “Gözüm ondan
başkasını görmüyor” dediğini duymuştum bir defasında annemin. Görmedin de anne!
Benim duygularımı hiç anlamadın.
Gözlerimi kapadım,
mavi kırçıllı battaniyenin altına girerek... Battaniye çıplak vücuduma batıyor.
Rahatsızım.
On altı yaşlarında
ya var ya yoktum. Sıradan, kasvetli, yalnız gecelerimden biriydi. Annem kapıma
vurarak odama girdi.
“Biraz konuşalım
mı?”
“Çok mu önemli? Uykum
var.” dedim, adımın anlamına yakışan âsi bir tavırla yorganı üstüme çekerek. Aslında
biliyordum hayatındaki adamın İsmail olduğunu bana şu an itiraf edeceğini (o
sabah arkadaşıyla gizlice konuşurken duymuştum zaten) ve bunu da damdan düşer
gibi söyleyeceğini. Her zaman öyle yapmadı mı? Her istediğini bencilce, kendi
istediği zaman ve şekilde söyleyip yaptı. Ameliyatımın hemen ertesinde ben
henüz nekahet sürecindeyken beni bırakıp gitmemiş miydi? Neden? İşi için. Ne
işiyse? Çok önemli iş kadınıydı sanki! Canım babam bakmıştı bana. Alışamadım
onun ölümüne ve yokluğuna aradan üç sene geçmesine rağmen. Keşke şimdi bu
kapıdan annem yerine babam girseydi de kucaklasaydı beni. Gittiği uzak
yerlerden yetişip kıvrılıverseydi yanıma da uyusaydı benle eskiden yaptığımız
gibi. Keşke onun yerine annem... “Her an koşardı canı yürekten. Ne zaman
isteyip arasa en uzak yerlerden.” Pes artık ama! Yeter! Bu şarkı
anılarımda bile araya giriyor.
Yine kapadım
gözlerimi. Bu sefer daha da sıkı kapadım ki anılarımla aramıza hiçbir şey
giremesin diye. Keşke beynimin bir şalteri olsa da şak diye indirsem sırf şu
şarkıdan kurtulmak için.
Beni umursamadan
devam etti: “Âsiye babanı ne kadar özlediğini biliyorum. Üzüntünü de anlıyorum
ama ben de artık daha fazla yalnız kalmak istemiyorum. Hayatımda birisi var.
Sen de tahmin ediyorsun az çok kim olduğunu. Senden daha fazla saklamak
istemiyorum. Ama senin onayın da çok önemli benim için.”
Hah! Kimi
kandırıyorsun anne sen ya? Ben senin, sırf tutucu ailen uygun görüp istedi diye
evlendiğin ve hiçbir zaman çok sevmediğin bir adamdan dünyaya getirdiğin,
varlığımdan dolayı gençliğini yaşayamadığın kızınım. Benim onayım mı önemli
senin için? Yine o meşhur ağlamayla karışık gülme krizime sokma istersen beni.
Babam öldü ama arkasında beni bıraktı. Bir çuval yük gibi. Sanki çok umurundaydım.
Bunu hiçbir zaman açıkça söyleyemedin tabii ki bana. Ama ben hep biliyordum
işin asıl yüzünü. Koyduğun isimden belli. Âsiye! Kim gider de kızına “isyankar”
ve “üzüntülü” anlamına gelen bir isim koyar. Şimdi de kendi kendine ilgili
anneymiş gibi davranıyor bana. Cevap bile vermedim. Duymak istemiyordum daha
fazla bir şey. Ümitsizce bir omuz silktim sadece. İçim acımıştı ama çok.
Bir iki ay sonra
da “O” yaşamaya başladı bizimle. Annemin tatar gözlüsü. Beynimle oynayan adam. Annemi
benden alan sinsi adam. Acaba babam yaşarken de ilişkileri var mıydı? O zaman çok
ufaktım, bilemezdim ki? Belki de babamı onlar öldürdüler beraber olmak için.
Bunu da sonraları düşünmeye başladım. Neden olmasın? Annem sevmiyordu babamı
zaten. Sevgilisi de doktor. Filmlerde olmuyor mu böyle şeyler! Ani kalp krizi
deyip geçiştirdiler belki de!
Ve ayrılıklar bitmez öğütür. Ve gölgeler siner
ömrüne kaçar kendinden.
Üff...Titremeye de
başladım şimdi. Çıplağım diye üşüdüğümden mi yoksa psikoloğumun dediği gibi
sinirsel mi? O da bana her olup biteni sinirlerime bağlıyor. Kafam karışıkmış biraz güya. “Gel-git”lerim varmış. Görmeyeceğim
onu da artık daha fazla. Gayet iyiyim ben. İhtiyacım da yok ona ayrıca. Benimki
tipik bir çocukluk travması işte. Erken yaşta tehlikeli bir ameliyat. Hemen
sonrasında çok sevilen babanın ölümü. “Bana çok üzülüp öldü” diye duyulan suçluluk
hissi falan. Sonra anne evlenir. Çocuk anneyi paylaşmak istemez. Kıskanır. Ama
bunların hepsi de geçmişte kaldı sonuçta. Psikologluk bir şeyim yok benim!
“Alo, anne! Cep
telefonum nerede ben de bilmiyorum o yüzden açamadım.”
“Yok, iyiyim ben.
Biraz başım ağrıyor anne.”
“Aldım ilaçlarımı
tabii.”
“Tamam ihmal
etmem. Hep alıyorum.”
“Almayınca kötü
oluyorum, biliyorum anne. Sen hiç merak etme.”
“İçki falan
içmedim. Biliyorum ters etki yapıyor.”
“Tamam anne.”
“Ben de seni
anne!”
Telefonu yerine
koyarken sırayla önce yerdeki boşalmış viski şişesi gözüme çarpıyor, sonra yarısı
yere saçılmış sarı haplarım... Biraz ötede yer yer seyrelmiş eski kilimin
üstünde açık duran, Sezen Aksu’nun “Firuze” albümü. Belli ki tüm gece aynı
şarkıyı dinlemiş durmuşum.
Yıllardan beri hep o hayali. Taşır sırtında bir
yük misali. Sarar pişmanlık, şöyle
inceden. Yorgun, utançlı. Başlar yeniden...
Battaniyenin
altında kaybolmak istiyorum. Bir kez daha yorgun, belki bininci defa
düşüncelerimden pişman. Affet beni anne. Seni seviyorum...
(Bu hikayede yer alan Sezen Aksu'nun "Ayrılıklar Bitmez" parçasını hatırlamak ya da yeniden dinlemek isterseniz aşağıdaki bağlantıya tıklayabilirsiniz)
Ayrılıklar Bitmez - Sezen Aksu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder