17 Ocak 2015 Cumartesi

ÖYKÜ: KANLI KONTES


Tarihin en eski ve acımasız kadın seri katillerinden, Kanlı Kontes olarak da billinen Slovakya Kontesi Elizabeth Bathory'nin gerçek hikayesinden yola çıktığım öykümde Kontes’ten kaçmayı becerebilen genç kurban Vera’nın yaşadıklarını kurguladım.


                                                                                                                      Slovakya
                                                                                                             29 Aralık 1610,
KANLI KONTES

Yıl bittikten sonra toplanan ökseotu şifalı değil aksine çok zehirli olur. Senenin son ökseotlarını topladıktan sonra kuruttuğum diğer otlardan arta kalanlar ve kepekle yaptığım karışımla domuzları beslemek için ahıra girdiğimi hatırlıyorum. Daha sonra kafamın arkasına yediğim o beklenmedik sert darbe ile ense köküme vuran tarifsiz acı ve karanlık... Kendime geldiğimde ağzım kalın bir bezle sarılı, sarsılarak giden bir at arabasının içindeydim. Bez öyle sıkı bağlanmıştı ki dudak kenarlarımda oluşan kurumuş yırtıklar arabanın geçtiği her tümsekte yanaklarıma doğru biraz daha açılıyorlardı sanki. Yanımda daha sonradan adının Dorka olduğunu öğrendiğim, babamdan bile daha iri, üzerine kesik süt ile ter karışımı koku sinmiş bir köylü kadın oturuyordu. Arabanın sarsıntısı, atların tezek, kadının ter kokusu ve başıma aldığım darbenin de etkisiyle midem bulanıyor, ara ara kendimden geçiyordum. Yarı açık bilincimle zaman kavramını yitirmiştim. Oldukça uzun olduğunu tahmin ettiğim bir müddet sonra durduk. Koca kadın kerpeten gibi sertçe kavradığı kolumdan tuttu ve beni çekerek arabadan indirdi. Geldiğimiz yer Kontes Bathory’nin yaşadığı meşhur Cachtice Şato’suydu. Kontesin kocası Kont Nadasdy’nin ölümünden sonra özellikle son zamanlarda ortalıktan kaybolan bakire genç kızların kaçırılıp buraya getirildiği rivayet edilen şato. Sahibesi kontesin genç kalmak için bu bakire kızların kanını içtiği, hatta onların kanıyla banyo yaptığına dair dedikodular olan korkunç yer. Tüm bu hikayeler köylüler tarafından ballandırılarak anlatılıyor ama hiç kimse ‘Kanlı Kontes’ diye isim taktıkları bu güçlü kadının kapısına bir suçlama ile gidemiyordu. 

Şatonun girişindeki devasa tahta kapı bir saray kapısı edasıyla ağır ağır açıldı. İçeri girmemek için direnip ayaklarımı sürürken sağ dizime yediğim tekmenin acısıyla gözlerim yaşardı. Topallayarak girdiğim soğuk taş avluya sinen kesif ve çürümüş et kokusu o ana kadar almış olduğum tüm kokuları bastırdı. Midem öğürme hissiyle beraber sıcaktan bozulmuş et yemiş gibi bulanmaya başladı. Yolculuk boyunca tek bir kelime bile etmeyen kadın beni sürüklemeye devam ederken cüssesiyle doğru orantılı kalın bir ses tonuyla bağırdı: “Ficzko derhal Kontes’in yanına çık! Ona döndüğümü ve kızı bodruma götürür götürmez huzurlarına çıkacağımı ilet.” Ağır kapıları iterek kapamaya çalışan, cüce denecek kadar kısa boylu ve tek ayağı aksak adam itaatkar bir tavırla cevap verdi “Derhal Dorka.”

İple oynatılan kukla gibi vücudumun hiçbir hareketine sahip çıkamaz bir halde kadının yanısıra sürüklenirken çaresizce yakardım ona. “Nereye götürüyorsunuz beni? Lütfen acıyın bana. Canım çok yanıyor. Çok korkuyorum!” Kadın bana cevap vermek bir yana yüzüme bile bakmadan, bu ânı daha önce yüzlerce defa yaşamışçasına tepkisiz bir ifadeyle beni çekiştirerek yürümeye devam ediyordu. Gittikçe karanlıklaşan yolda basamakları indiğimizde yerde çırılçıplak yatan genç bir kadın vücuduna takılarak tökezledi. Çığlık çığlığa bağırmaya başladım. Ne yapacağımı bilmez bir halde kadının kerpeten elinden kurtulmak için çırpınırken sol kulağımda patlayan tokadın etkisiyle beynim sarsıldı ve yeniden kendimden geçtim. 

Kedi miyavlamasıyla uyandığım zindan gibi bir odada gözlerimin zifiri karanlığa alışması biraz zaman aldı. Kontesin kara büyüyle uğraştığını ve bundan dolayı şatoda onlarca kedi beslediğini de söylüyordu köylüler. Şato ve kontesle ilgili duyduklarımı kafamda toparlamaya çalışırken yaklaşan ayak sesleri ile beraber kapı kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açıldı. Elindeki mumun yüzüne vuran gölgesiyle bir hayalete benzeyen girişte gördüğüm o ufak tefek uşak incecik sesiyle “Hadi kalk. Kontes’in huzuruna çıkacaksın. Seni hazırlamalıyız.” diyerek koca kadının tersi bir yumuşaklıkla elimi tuttu. 

Sol duvarında bir çoğunda kontesin kendisin resmedildiğini tahmin ettiğim kocaman tablolar, sağ tarafındaysa siyah kadife perdelerle sıkı sıkıya örtülmüş camların olduğu yarı karanlık uzun bir koridordan geçtik. İlerledikçe şatonun geneline hakim olan çürümüş et kokusu yerini yanan odun kokusuna bırakmış, sıcaklık artmıştı. Sakat bedeniyle yanımda aksayarak yürüyen küçük adam ağladığımı görünce “Sessiz olmalısın artık. Kontesin salonuna geldik.” diyerek üzerinde ne olduklarını anlayamadığım garip sembollerle bezeli altın renkli kapıyı açtı ve beni arkamdan hafifçe itekledi “Hadi!”

İçeri girdiğim anda uzun süredir karanlığa alışmış gözlerim güneş ışığı görmüşçesine kamaştılar. Yürümeyi yeni öğrenmiş, dengede kalmaya çalışan bir bebek gibi temkinli adımlar atarak salonun ortasına kadar geldiğimde karşımda hayatımda gördüğüm en güzel kadın duruyordu.   
"Adin ne senin?"
"......" Adımla beraber konuşmayı da unutmuş gibiydim adeta. Efsanevi güzelliği dilden dile dolaşan kontes hayalimde canlandırdığımdan daha da güzeldi. Yıldızlı gökyüzünü andıran upuzun kuzguni siyah saçlarının arasında pürüzsüz ve bembeyaz ışıldayan bir yüz vardı. Dorka denilen kadın beni savururcasına onun önüne ittiğinde korku ile karışık garip bir heyecan duydum. Kadın ya da erkek istediği herkesle beraber olabildiğini de söylüyorlardı kontesin. Doğruymuş!
"Adını unutacak kadar heyecanlandın mı yoksa ufak kız?" Soğuk eliyle çenemi kavrayarak önce kafamı sonra bedenimi yavaşça yukarı kaldırdı. Buz beyazı yüzündeki alaycı ifadeyi gördüğümde kalbim göğüs kafesimden dışarı fırlayacak kadar hızla atıyordu. Dilimin ucuna gelen kelimeler ise mühürlenmiş dudaklarımdan çıkamıyorlardı. 
“Dorka, adı ne bu taze güzelliğin?”
“Vera, kontesim. On dokuz yaşında” ‘Bu kadın benim adımı, yaşımı nereden biliyordu?’ Kafam iyice karışmıştı.

Elizabeth Bathory "Kanlı Kontes"
Kontes, kırmızı taşlarla süslü kalın bir kemerle sıkılmış koyu çam yeşili kadife bir elbise giymişti. Uzun eteklerini yerde sürüyerek süzülürcesine arkama geçti. Üzerime giydirdikleri kaygan ipekten sabahlığımın omuzlarını sıyırdı. Soğuk ama incecik ve tüy gibi hafif elleri omuzlarımı okşamaya başladığında titremeye başladım. Sıcak nefesini kulaklarım, boynum ve ensemde dolaştırırken bir yandan da yumuşak öpücükler konduruyordu. Dedikodusunu yaptıkları vahşi kontes bu olamazdı. Bu kadın olsa olsa kara büyüyle insanları etkileyip kendine bağlayan yarı tanrıça yarı insan karışımı yüce bir varlık olabilirdi ancak. Onun insanı sarhoş eden baharatlı parfümünün kokusuyla kendimden geçmemle bıçak gibi keskin dişlerini kulak mememde hissetmem bir oldu. Acıyla beraber beynimde bir şimşek çaktı adeta. Elimi kulağıma götürdüğümde ılık bir sıcaklığın boynuma doğru süzüldüğünü hissettim. Ne olduğunu anlayamamıştım. Kontesin kalın dudaklarından bedeninin üst kısmını sımsıkı saran elbisesinin dantelle çevrili dekoltesinden taşan bembeyaz dolgun göğüslerine doğru süzülen kadife kırmızısındaki kan benim kanım olmalıydı. Bir yandan acıdan uyuşmuş kulağımdan akan kanı durdurmak için avucumla kulağımı bastırırken diğer yandan da buradan kurtulamazsam sonumun cansız bedeniyle taş avluda yatan o genç kızınkinden farklı olmayacağını düşünüyordum. Biraz bilinçsiz biraz da canımın havliyle kontese sakar bir tekme savurup ani bir tavırla kapıya yöneldim. Tüm olup biteni kenarda sessiz sedasız izleyen Dorka bedeninden umulmayacak bir çeviklikle yolumu kesti ve iki eliyle boğazımı sıkmaya başladı. Gözüm kararmaya başlarken kontesin uğultu halinde duyduğum sesi son anda hayatımı kurtardı. “Vahşi ceylanımızı bırak Dorka. Onun zevkini canlıyken çıkarmak istiyorum! Ama, önce bu itaatsizliğinden dolayı biraz cezasını çekmesi lazım. Derhal bahçeye atın.” 

Şimdi aklıma geldi. Kontesin yaptığı işkencelerden birinin de genç kızları çırılçıplak soyarak buz gibi havada üzerlerine döktürdüğü soğuk suyla onları dondurmak olduğunu konuşuyordu insanlar. Başıma gelecek olan bu mu olacaktı bilmiyordum ama benim kaçmak için bir şansım daha olmuştu. Bedenime aldığım darbelerin verdiği acının etkisiyle bulanan yorgun zihnimi acilen toparlamalı ve akıllı bir plan yapmalıydım. Babamın beni ne kadar merak etmiş olabileceğinin üzüntüsü de yüreğimi acıtırken onun bana verdiği öğütlerden biri geliverdi aklıma aniden. Bir insana dediğini yaptırabilmek ya da o insanı yenebilmek için izlenecek en iyi yolun onun zaaflarını kullanmak olduğunu söylemişti bir keresinde. Kontesin de yaşlanma korkusu ve güzelliğine olan düşkünlüğünü bilmeyen yoktu. O ana kadar korku ve heyecanla kitlenmiş dudaklarım bu sefer aynı korkunun vermiş olduğu çaresizlik ve cesaretle bir anda açıldı ve kontesin arkasından bağırarak seslendim: 
“Kontesim aradığınız gençlik iksirinin sırrı bende.” Kontesin kara büyü ile uğraştığı söylenenler arasındaydı. Ama ben de annem beni doğururken öldüğü için bebekliğimden beri bana bakan babaannem sayesinde otlar içinde büyümüştüm. İşte bu yüzden en tehlikelisinden en şifalısına kadar tüm otları ezbere biliyordum.
Aniden geri dönen kontes dudaklarının kenarındaki kurumuş kanımla yüzüme hiddetle baktı. “Sen beni mi kandırıyorsun küçük şeytan?”
“Hayır efendim. Ailem dört kuşaktır otlarla uğraşıyor. Babaannem ölmeden önce sadece bana bıraktığı bu sırrı bunu ancak gerçekten hak eden bir güzellikle paylaşmamı söyleyerek veda etti bana. Ve siz efendim, öyle güzelsiniz ki! Sizi gördükten sonra benim bu dünyada bu sırrı başka kimse ile paylaşmamın söz konusu bile olamayacağını düşünüyorum. Hem bunca köylü kız arasından beni seçmenizin de bir nedeni olmalı. Siz getirdiniz beni buraya.”
Ağzımdan çıkan cümlelerin başıma neler getirebileceğini bilmeden hızla konuşuyordum. Bir yandan da eğer kabul ederse, karıştırılıp içildiğinde bir atı bile bayıltıp yerle bir edecek kuvvetteki o iki otu bulabilmek için içimden dua ediyordum. 

Kontesin büyülerinde kullandığını tahmin ettiğim, sepetler dolusu otun muhafaza edildiği odaya getirildiğimde istediğim her iki otun da var olduğunu gördüğümde bu noktaya kadar gelebilmiş olduğuma inanamadım. Aşina olduğum ot kokusunun verdiği rahatlamayla hazırladığım karışımı altın varaklı kadeh içerisinde kontese bizzat kendim sunarken ellerim titriyordu. 
“Efendim, tarifi asırlardır gizli iksir artık sizin emrinizde. Fakat, bunu içerken yanımızda ikimizden başka kimsenin olmaması gerek” diyerek iksirin gücüne çoktan inanmış gibi duran kontesi koca kadın Dorka ve kötürüm Ficzko’yu şatonun öbür ucuna göndermesine ikna etmek düşündüğümden çok daha kolay oldu. 
“Önce sen.” dedi Kontes.
“Efendim bu iksiri sadece sizin içmeniz için hazırladım.”
“Önce sen dedim!”
Halen titremeye devam eden ellerimle dudaklarıma götürdüğüm kadehten bir yudum aldığımda kontesin zafer ve heyecanla parlayan gözbebekleri iyice büyümüştü. Ben ise çok zeki bir kadın olan kontesin benden böyle bir şey isteyeceğini tahmin edip karışımın asıl gerekli olan diğer otunu avucumun içine sıkıştırmıştım. Kontesin bir anlık sevinç sarhoşluğundan faydalanıp avucumdaki otu hızlıca içine bırakıverdiğim kadehi ona uzatırken içimden tanrıya beni kurtarması için yalvarıyordum. Bir dikişte içtiği iksirin bu âfet kadını yere yıkması ise saniyeler sürmüştü. Etkisinin sadece dakikalar süreceğini bildiğim bu karışımın süresi dolmadan ve Dorka ile Ficzko’nun durumu fark etmelerinden önce çıkışı bulabilmek için kendimi dışarı atıp, koşar adımlarla odayı terkettim. 

Sabah sisinin duman gibi çöktüğü bu yabancı tepede yönümü kestiremiyor, arkama bakmadan yokuş aşağı koşuyorum. Hızla aralarından geçtiğim çiğ düşmüş çalılıkların dalları vücudumu gelişigüzel sıyırıyor, buz kesmiş kayalar çıplak ayaklarıma batıyor, ama ben acıdan kıvransam da burdan bir an önce kaçıp kurtulabilmek için hızımı kesmiyorum. Kesik kesik nefes alıyorum. Almaya çalıştığım her nefeste boğazımın sıkıldığı yerin bir bıçakla yarılmış gibi olduğunu hissediyorum. Soğuk hava o yarıktan bedenime giriyor sanki. Canım çok yanıyor ama nefes almaya devam etmeliyim. Yoksa her an bayılabilirim. Zorladıkça da ıslık gibi bir ses çıkıyor ciğerlerimden. Tüm vücudum iç organlarıma varana kadar lime lime olmuşçasına yanıyor. Buz gibi soğukla alev sıcaklığını aynı anda hissediyorum. Üzerimdeki uzun beyaz sabahlığın sol omuz tarafından kırmızıya boyanmış olduğunu hayal meyal görüyor, kulağımın ısırılarak koparılmış bölümünden akan kanın göğüslerime kadar sızmış olduğunu tahmin ediyorum. Vadiden aşağı doğru ilerledikçe gittikçe netleşen karaltıda yaklaşık yirmi civarı atlı adamın benim olduğum yöne doğru yaklaştıklarını görmenin verdiği rahatlama ile olduğum yerde yığılıp kalıyorum. 

Bağırarak uyandığımda babam “Benim cesur, akıllı kızım.” diyerek terden sırılsıklam olmuş saçlarımı okşuyordu. Evimde, yatağımdaydım. Bir kâbustan uyanmış gibi nefes nefese kalmıştım. Gördüğüm atlılardan biri beni atına alıp kurtarmış diğerleri ise kralın emriyle görevlendirilen Kont Thurzo önderliğinde planlandığı gibi Cachtice şatosuna baskına gitmişler. Kontes hariç herkes tutuklanmış, onu da şatoda bir odaya hapsetmişler. Söylenene göre kimisi çürümüş kimisi yeni öldürülmüş bir sürü ölü genç kız bedeni bulmuşlar. Bu ölüm şatosundan canlı kurtulan tek kurban ise ben olmuşum. Ruhumun iyileşmesi belki uzun zaman alacak ama babaannemin gül kokulu merhemi yaralarıma iyi gelecek biliyorum...


Şehnaz Tuna


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder