26 Ocak 2015 Pazartesi

ÖYKÜ: TAŞ PLAK

Kalbini genç öğrencisine kaptıran Kemal Manidar'ın hüzünlü öyküsünü paylaştım sizlerle...



TAŞ PLAK

Kendini bildi bileli şafak vaktini kaçırmaz, ne olursa olsun her sabah gün doğmadan biraz önce gözlerini açardı Kemal Manidar. Dünyaya da gözlerini bir şafak vakti açmıştı zaten. Ebesi onu, anneanne, babaanne, cicianne, hala, ve komşu Nesibe Hanım Teyze’den oluşan kadınlar tayfası eşliğinde, 1915 yılının bir Mart sabahı, alacakaranlık vaktinde çekip çıkarmıştı, tam tamına on üç saat boyunca mücadele edip de çıkmak istemediği annesinin karnından. Yatağında doğrulurken “Çıkarmaz olsalardı” diye söylendi iç sesiyle. İnce uzun ayaklarını milimi milimine denk gelecek şekilde yan yana yerleştirdiği terliklerine geçirirken de söylenmeye devam etti. ‘Bu yaşta aşık olunur muydu? Hem de torunu yaşında olabilecek bir genç kıza!’ Gülümsedi kendi kendine. Sütlü kahve rengi pijamasıyla takım, kahverengi ve lacivert dikey çizgili, jilet gibi ütülenmiş saten robdöşambrını giydi. Annesinden yadigar, kendinden yaprak desenli koyu kül rengi keten perdenin kanatlarını iki yandaki bakır kulplara tutturarak açmak üzere pencereye doğru yöneldi. Yöneldiği gibi gerisin geriye döndü. Daha gün doğmamıştı ki! Perdeleri biraz sonra açsa da olurdu. Evin emektarı Melahat Hanım’a da izin vermişti ortalığı kendi derleyip toplasın diye. Öğleden sonraya yapılacak ıvır zıvır ne kadar çok iş bırakırsa o kadar iyiydi. Yatağını kapamak, geceden yıkadığı tabakla bardağı yerine yerleştirmek, salonu havalandırmak, gazeteye göz atmak... Nasıl geçecekti yoksa o kadar zaman? Zaten son dört aydır her Cuma aynı şeyi yapmıyor muydu? Şafaktan akşamüstüne kadar geçmek bilmeyen saatleri doldurma çabası. Ama bugün farklı olacaktı. Doğum günüydü çünkü. Hazırlık yapacaktı. Vakit daha çabuk geçerdi belki o zaman. Öğrencisi Yasemin geçen hafta “Kemal Hocam madem haftaya doğum gününüz, sizle özel bir kutlama yapalım başbaşa.” dediğinde nefesi tıkanmış, yorgun kalbi hafiften teklemiş, duracak gibi olmuştu Kemal’in. Diyememişti ki “Bana en güzel hediye sensin.” Kafasını hafiften sola kırarak kısık gözleriyle ona sevgiyle bakmış, ince ince gülümseyebilmişti sadece bir yandan da bu şiddetli mutluluğun yaşlı ruhunda kopardığı fırtınayı gizlemeye çalışırken. Ne fırtınası? Bu düpedüz bir kasırgaydı. ‘Yasemin Kasırgası!’

Kemal Manidar’ın doğduğu yıl babası Kasım Paşa, Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmüştü.  Ailenin mevcuttaki tek erkeği olan yetim oğlana baba yokluğunu hissettirmemek için doğduğu andan itibaren çevresinde pervane olan  kadınlar tayfası bu dünyadan birer birer göç edene kadar onu çok sevmiş, birbirleriyle dahi paylaşamamışlardı. Ateşli hastalık geçirdiği o geceyi hiç unutamaz, halen gülümseyerek anardı Kemal. 
“Mehpare Hanım, anladım anneannesiniz, çok üzüldünüz fakat bu çocuğun babaannesi olarak geceyi onun yanında geçirmek bana düşer efendim. Ne de olsa babası yok bu çocuğun. Onu temsilen ben yatacağım odasında.”
“Ne münasebet? Toruna en iyi anneanne bakar. Hem sizin ilgilenmeniz gereken genç bir kızınız var, lütfen efendim!”
Hiçbir şeyin altında kalmayan ve Kemal’e aşk derecesinde tutkun halası Asuman o her zamanki kulakları tırmalayan ses tonuyla her ikisinin ortasına geçerek “Kemal, hepinizden çok beni sever. Haladan çok ablasıyım ben onun. Hem ikinizin de yaşı var. Uyuyakalırsınız alimallah! Çocuk ateşli. Ben kalacağım onunla!” diye haykırmıştı. 
Tüm bunları sessiz ama öfkeli bir halde izleyen biraz da yorgun annesi “Siz hepiniz şaşırmışsınız. Bu çocuk yetim olabilir ama bir annesi var. Unuttunuz galiba. Onun yeri benim yanımdır efendim!” diyerek konuya bir nokta koymuş ama evin içinde yaşayan dört kadın beş gün boyunca birbirleriyle gerekli olmadıkça konuşmamışlardı. 
Kemal’in yetmişli yaşlarında genç öğrencisi Yasemin’e  duyduğu imkansız aşk hariç ömrü boyunca sadece tek bir kadını sevip, onu da kaybettikten sonra kimseyle evlenmek istememesinin sebebi belki de bu yoğun ve bunaltıcı ilgiydi. 

Nesibe Hanım Teyze Kemal’in doğumundan beş sene sonra bir kız çocuğu dünyaya getirmişti. Kadınlar tayfasında yer yerinden oynamış, Nezihe bebeğin doğmasıyla beraber iki ufak çocuğun gelecekleri de tayin edilmişti. Kocasını yıllar önce kaybetmiş, fırsat bulduğu her konuda, şehit oğlunun yerini doldurmaya çalışan babaanne Atıfet “Nesibe, kocanla  konuş da bu Nezihe bebeği bizim Kemal’le beşik kertmesi yapalım.  Sen zaten bizim aileden gibisin. Kız da yabancıya gitmemiş olur böylece.” diyerek atmıştı bu sevginin ilk tohumlarını ama bilerek ama bilmeyerek. Nesibe Hanım Teyze de Atıfet Hanım’ın şakayla karışık bu teklifini ciddiye almış ve her zamanki sessiz edasıyla kafasını yavaşça eğerek onaylamıştı. Nezihe ile Kemal, bu ortamda beraber büyümüş, büyüdükçe de yakınlaşmışlardı. “Nezihe, sen büyüyünce kimle evleneceksin?” diye aslında cevabını herkesin bildiği soruya Nezihe “Kemal Abi’mle” diye cevap verir, sonra da utangaç bir bakışla göz ucuyla Kemal’i süzerdi. Kemal önceleri pek oralı olmaz gibi davransa da Nezihe zaman içinde büyüyüp serpildikçe o da Nezihe’nin bakışlarına karşılık vererek, ondan hoşlandığını belli etmeye, içinde şimdiye kadar hiç hissetmediği ve adlandıramadığı şefkatle karışık garip bir hoşnutluk hissi duymaya başlamıştı. Yaşları çok aralı olmasa da bu şefkat hissiyle Nezihe’yi korur kollar, kılına zarar gelsin istemezdi. İnce uzun boyu, kısık gözleri, içten gülümsemesiyle sadece Nezihe değil, çevredeki diğer kızların da gözlerini ayıramadığı bir genç adam haline gelmişti Kemal de. Nezihe’nin bu duruma içerlediğini fark ettiği günlerin birinde kendi yaşıtlarının olduğu bir ortama henüz on beş yaşındaki Nezihe’yi koluna takarak götürmüş, “Size nişanlımı tanıştırayım.” diyerek genç kızların kendisine olan ilgilerini sonlandırmaya çalışmış, aynı zamanda Nezihe’ye olan niyetini de belli etmişti. Nezihe kaküllerinin arasından gözüken iri, kömür kahvesi utangaç gözlerini Kemal’e dikip “Kemal Abi, sen neden öyle dedin ki şimdi? diye saf bir umutla sormuş, Kemal’in “Nezihe, ikimiz de birbirimizi seviyoruz. Varsın bilsinler artık. On sekizini doldurur doldurmaz da seninle evleneceğim” demesi üzerine ufacık kafasını minik bir kuş gibi onun kolunun altına yerleştirmiş, daha da sıkı sarılmıştı.  

Kemal’in aynı açıklamayı evde de yapması üzerine kendini bu işin mimarı olarak gören babaannesi Atıfet Hanım, evin içinde adeta hükümdarlığını ilan etmiş, o andan itibaren üç sene sonrasının plan programını yapmaya başlamıştı bile. 
On sekiz yaşına gelir gelmez evlenmeyi düşündüğü aşkını on sekiz yaşına bastığı yıl şimdi olsa tedavisi olabilecek bir akciğer hastalığından kısa süre içinde kaybetti Kemal.  10 Kasım 1938... Koca bir ulusun Mustafa Kemal Paşa’sını, Kemal’in ise biricik Nezihe’sini sonsuzluğa uğurladığı o uğursuz gün. Kızının kaybına dayanamayan Nesibe Teyze, kadınlar tayfasından öbür dünyaya göç edenlerin öncüsü oldu. Kemal, yolun yarısına geldiği 1950 senesinde önce anneannesini aradan bir yıl geçmeden de babaannesini kaybetti. Annesi öldükten sonra daha da hırçınlaşan halası Asuman, Kemal’lerle yaşamaya devam etti. Annesi ara sıra  birilerini tanıştırmaya kalkmış, “Oğlum, ailenin soyunu devam ettirecek tek erkek sensin. Bak halan da evlenmedi. Gel bir izdivaç yap da benim de gözüm arkada kalmasın.” diyerek onu ikna etmeye çalışsa  da Kemal nedenini bilmediği bir şekilde gönül evinin kapılarını sıkı sıkıya kapamıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın da çocuğu olmamıştı. Şart mıydı? Ona soyadını bizzat kendi veren Mustafa Kemal Paşa mühimdi Kemal için. Soyadı kanunu çıktığında 19 yaşında olan Kemal aileyi temsilen soyadı almak için başvurduğunda o sırada denetime gelen Paşa’yı karşısında gördüğü o anı hiç unutmamıştı. Paşa masmavi gözlerini ona dikerek “Gel bakalım evlat. Yalnız gelmişsin. Yok mudur baban?” diye sormuştu. “Yok Paşam, Çanakkale şehididir benim babam.” “Baban ve şehit kardeşleri bu toprak için kan döktüler. İşte bugün onlar sayesinde burdasın ve özgürsün. Kendi soyadını seçiyorsun. Ne mutlu sana!” “Biliyorum paşam. Vatan sağolsun.” “Sen çok da anlamlı bakıyorsun evlat. Senin adın ne?” “Kemal Paşam.” “Soyadın da ‘Manidar’ olsun.” diyen Paşa’nın ona bizzat kendi verdiği soyadını o gün bugündür gururla taşıyordu Kemal.  
Sevdiklerini birer birer yitirdikten sonra Kemal’i hayatta tutan tek şey müzik ve kemanı oldu.  Atatürk’ün temelini attığı modernleşme sürecinde ülkede müzik daha da önemli bir hal almaya başladı. Emekli olana kadar müzik öğretmenliği yapan Kemal, daha sonra evinde keman dersleri vermeye başladı. Ellili yaşlarına geldiğinde kendisi gibi hiç evlenmemiş halasını, birkaç sene sonra da annesini kaybettikten sonra artık yapayalnızdı. Bu dünyaya gözünü açtığı andan itibaren yanında olan, onu baş tacı eden ailesi yoktu artık. Yalnız geçirilen bir on dokuz yıl ve sonrasında kapıyı çalan bu beklenmedik  ve tarifi zor aşk. Nezihe’nin 51. ölüm yıl dönümüydü Yasemin’in derse geldiği ilk gün. Kemal’in son 50 yıldır buruk geçirdiği her 10 Kasım’dan farklı olmuştu bu sefer. Kemal o gün ders vermez, olan derslerini de iptal ederdi. O 10 Kasım’da zili çaldığında sallanan sandalyesinde oturarak okuduğu kitabını kapayıp ağır adımlarla kapıya yönelirken gelenin kim olabileceğini düşünüyordu. Kapıyı açtığında gencecik bir kız ışıl ışıl gülümseyerek ona bakıyordu. 
“Merhaba Hocam, Yasemin ben. Geçen hafta konuşmuştuk hani keman dersi için.”
“Evet, evet tabii ki hatırladım. Fakat ben sizi yarın bekliyordum.” 
“Siz Cumartesi mi demiştiniz acaba diye ben de çok emin olamadım aslında. Sizi aradım ama ulaşamadım. Dersin hafta sonu olmama ihtimalinin büyük olacağını düşünerek de bugün geldim.  Gideyim hocam o zaman ben. Yarın yine gelirim.”
Genç kızın gözündeki pırıltının bir anda söndüğünü gören Kemal kızla aralıktan konuştuğu kapıyı sonuna kadar açtı ve “Olur mu öyle şey? Madem geldiniz. Yapalım dersimizi. Demek ki böylesi münasipmiş diyerek genç kızı içeri buyur etti. Bu yirmili  yaşlarındaki cıvıl cıvıl genç kız odadan içeri adım attığı andan itibaren Kemal’in siyah, beyaz ve griden oluşan hayat tablosu görünmez fırça darbeleriyle renklenmeye başlamıştı. Ufacık ince yüzünün tam ortasına nakış gibi işlenmiş kalkık minnacık bir burun. Eşi benzerine ancak kitaplarda rastlanabilecek, cennetten çıkma nar rengi dudaklar. Rengini gökyüzünün sadece ilkbaharda büründüğü tondaki mavisinden almış bir çift göz. İçlerine bakmaya çalışırken insanın gözünü kamaştıracak kadar parlak mavi gözler. İlerleyen zamanlarda kemanı tutuşunu düzeltmek için arkasına geçtiğinde Kemal’in yanaklarını belli belirsiz okşayan, bal peteğinin her tonuyla boyanmış, odada ışık olsun olmasın üzerine güneş vurmuşçasına her daim ışıldayan, adı gibi yasemin kokan ipek tutamı saçlar. Nezihe’nin cennetten bir yansımasıydı belki de bu kız. Onun ölüm yıldönümünde Kemal’e gönderilen. Belki de ondan aşık olmuştu Yasemin’e. Bunu da ilk defa bugün, doğum gününde düşünmüştü. Ve bunu ilk defa bugün Yasemin’e de anlatacaktı. Direkt aşık olduğunu söylemezdi belki ama Yasemin’in Kemal’in hayatındaki bu özel yerini dili elverdiğince paylaşmak, onun da Kemal’in bu hislerinden haberdar olmasını istiyordu. 

Yaşanmış yılların etkisiyle yaşlı bir ağacın dalları gibi hafif eğilmiş ama halen uzun ve ince boyuyla karşısına geçtiği banyo aynasındaki aksine baktı bir müddet Kemal. Arada çok az kır kalmış beyaz saçları seyrelmiş, her daim kısık bakan gözlerinin kenarlarındaki çizgiler de derinleşmişti. Gözlerinin altındaki çöküntüler yorgunluk ve yaşanmış acıların birbiri ardına bastığı mühürlerin kalıcı mor rengiydi. Peki ya kalp? Bu eskiyen bedende nasıl oluyor da avuç büyüklüğündeki bu organ böylesine genç kalabiliyordu? Üstelik yıllar boyu uyurken nasıl da böyle uyanabiliyordu aniden? Gülümsedi. Beyaz sakallarını itina ile traş etti. Lavanta kokulu sabunla yüzünü yıkadı. İnce uçlu tarağıyla yumuşacık saçlarını yandan ayırarak taradı. Sadece özel günlerde sürdüğü yeşil çam ağacı şekilli şişedeki mentollü traş losyonunu yüzüne ve boynuna bolca serpti. Ağır adımlarla girdiği odasındaki kabartmalı tahta dolabının kapağını heyecandan titreyen elleriyle açtı. Melahat Hanım’ın kol kenarlarına çizgi yaparak ütülediği, yakaları beyaz kolalı gömleklerden birini üzerine geçirip sedef düğmelerini boynuna kadar ilikledi. Koyu lacivert kadife pantolonunu giyer giymez saatine baktı. Bir gün önceden birkaç alternatif arasından zar zor karar vererek seçtiği, koyu bordo kaşmir yeleğini üzerine giydiğinde hemen hemen hazır olmanın verdiği telaşla kalbinin biraz düzensiz attığını fark etti. Başucunda bulundurduğu dil altı haplarından bir tane aldı. Sıra ayakkabılara gelmişti. İnce lacivert ipek çoraplarının üstüne tam da yeleğinin renginde süet bordo bağcıklı ayakkabılarını giyerken oturması gerekiyordu. Ayakta giymeye çalışırsa başı dönüyordu çünkü. Yatağının kenarına oturdu ama bağcıkları bağlamak için az da olsa eğilmek zorunda kaldı. Kalbi aldığı hapa rağmen halen hızlı atıyordu. Midesi de bulanıyordu biraz. Ama olsun. Heyecanlıydı ya. ‘Birazdan geçer’ diye düşündü.  

Cuma günlerinin en sevdiği zamanı gelmiş, çatmıştı nihayet. Çok değil yarım saate kadar kapı çalınacak ve güneş gibi doğacaktı evin içine hiçbir zaman ona ait olamayacağını bildiği o cıvıl cıvıl güzellik.  Doğum günüydü ya, bu sefer daha farklı olarak çay bardağına koyduğu rakısı da eşlik ediyordu ona. Gençliğinden kalma pirinç süslemeli gramofona, içinde Mustafa Kemal Paşa’nın da en sevdiği parçalardan biri olan, Müzeyyen Senar’ın seslendirdiği, Tatyos Efendi bestesi  ‘Gamzedeyim Deva Bulmam’ şarkısının kayıtlı olduğu taş plağı özenle yerleştirdi. Gramafonun hemen yanındaki sallanan tahta koltuğuna oturdu ve rakısından bir yudum aldı. Önden başlamış bir kutlama gibiydi. En son ne zaman doğum günü kutladığını hatırlamaya çalıştı ama nerdeyse bir asra yakın gerekli gereksiz bir sürü şeyle doldurduğu beyni zorlandı hatırlamakta. Neyse neydi! Yalnız geçirilmiş onca yıla inat en güzel kutlamanın bugün olacağından hiç kuşkusu yoktu Kemal Manidar’ın. Bir yandan koltuğunda yavaş yavaş sallanırken bir yandan uzaklara daldı. Çok uzaklara. Hiç tanımadığı babasını, ona gözü gibi bakan kadın tayfasını, biricik Nezihe’sini ve son olarak Yasemin’i geçirdi aklından teker teker. Kalbi göğüs duvarına sert bir şekilde çarptı. Sonra durdu. Sonra yeniden sertçe çarptı. İki kalp atışının arası hiç bu kadar uzun olmamıştı. Sonra durdu. Bir sonraki çarpma daha da geç geldi. Ve durdu yeniden... Göğsündeki yanmayla beraber midesi bulanırken tüm vücudundan soğuk bir ter boşandı. Taş plaktan gelen müziğin sesi uğultu haline gelerek derinleşti ve yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Sonra inceden bir sızı girdi sol göğsüne ama çok acımadı. Başı yavaşça önüne düşerken, rakıyla dolu çay bardağı halen kucağında iki elinin arasındaydı. 

Tam o sırada kapının dışında bal rengi saçlı genç bir kız önce ara ara daha sonra parmağını kaldırmaksızın ziline basıyordu Kemal Manidar’ın. En fazla ikinci çalışta açılan kapı açılmıyordu. Titreyen parmağını kaldırdı zilin üstünden. Kulağını tahta kapıya dayadı. Cızırtılı taş plakta takılmış, bittikçe başa dönen hüzünlü şarkıyı dinledi sözlerini anlamaya çalışarak.  

Gamzedeyim deva bulmam
Garibim bir yuva kurmam
Kaderimdir hep çektiğim
İnlerim hiç reha bulmam

Elem beni terk etmiyor
Hiç de fasıla vermiyor
Nihayetsiz bu takibe
Doğrusu tâkat yetmiyor


Kucak dolusu bembeyaz kır çiçekleri kollarının arasından kayarken gözlerinden yaşlar süzüldü genç kızın...

Bu hikayede yer alan Müzeyyen Senar parçasını dinlemek isterseniz: Gamzedeyim Deva Bulmam - Müzeyyen Senar

Şehnaz Tuna

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder